Sendikalaşma girişimine başlamanız nasıl oldu?
Mete Öztürk: Şirket Ciner Grubu’ndayken TMSF 1 Nisan 2007’de el koydu. Sendikal örgütlenmeyi Doğan’da, Ciner’de, Çalık’ta ya da başka patrondayken yapmak çok zordur. Çünkü çalışanlar, bir patron varken daha çok çekinirler örgütlenmekten… Biz de, “şirketin yönetimi devlete geçmişken yapalım, yoksa hiçbir zaman yapamayız” dedik ve harekete geçtik. Başlangıçta bir avuç insandık. Her servisten bir kişinin katılımını sağlamaya çalışarak bir grup oluşturduk. Sendikal örgütlenme kulaktan kulağa yayıldı, haziranda 400’ü aşkın kişi sendikalı oldu ve sendikanın toplu sözleşme yetkisi alması için gerekli yüzde 51 çoğunluğa ulaştık.
Ender Ergün: Bir haftasonu mesaisinde arkadaşlardan biri “çalışanlar sendikalı oluyormuş, notere gidiyormuş, biz de olalım mı acaba” diye anlattı ve olay başladı. İlk duyduğumda ayaklarım yerden kesildi, “olabilir mi böyle bir şey” diye. Ondan bir ay önce birisi basında, plazalarda sendikalaşma başlıyor dese gülerdim herhalde. Basında sendikalaşma hep hayal olarak duruyordu benim için. Ertesi gün arkadaşımla notere gidip üye olmak istiyoruz dedik, hep birer ikişer konuşarak oldu bu iş.
İki-üç ay gibi kısa sürede nasıl başarabildiniz bu işi?
Sadece basın çalışanlarının değil, patronların da profili değişti. Eskiden tek işi yayıncılık olan patronların yerini asıl işi enerji, finans, dağıtım vs. olan patronlar aldı. Bu patron profili tabii ki sendikayı istemedi, hiçbir zaman istemez de. Yıllardır çalışanlardan yonttukları haklarını geri vermek zorunda kalacaklar çünkü.
Öztürk: İşi gayet açık yürüttük, Anadolu Ajansı’nın sözleşmesini gösterdik insanlara… Baktılar koşullar bize göre çok iyi, ikna oldular. 400 kişiye ulaşmak zor olmadı o yüzden. Çıkış noktamız buydu: “Yasal haklarını alacaksın, maddi anlamda kazanç sağlayacaksın, iş güvenliğin olacak.” “Sendikalıysan, pazarlık yapma gücün olur. Patronun iki dudağının arasında olmazsın.” Editoryal bağımsızlık gibi konuları, sendikal örgütlenmeyi tamamladıktan sonraki döneme bıraktık. Başlangıçta üzerimizde baskı yoktu. “Nasılsa beceremezler” diye düşünüyorlardı galiba, ciddiye almadılar. Ne zaman ki çoğunluğu yakalamaya yaklaştık, baskılar da ortaya çıktı, Sabah’tan Cengiz Erdinç, atv’den de Burak Ersemiz ve Ozan Pezek işten çıkarıldı. Yaşadığımız en büyük sıkıntılardan biri, Çalışma Bakanlığı’na yetki için yaptığımız başvuru 15 günde sonuçlanabilecekken, sekiz ay gibi uzun bir süre boyunca cevap alamamamız oldu. Sonra da “üye sayınız yeterli değil” şeklinde bir cevap verip sendikanın yetkili olamayacağını belirttiler. Sendika dava açtı, üç duruşmada bakanlığın yanıldığı ortaya çıktı ve sendikaya yetki verildi.
Bakanlığın yaptığında bir usûlsüzlük mü vardı?
Ergün: Bu üye sayısı mevzuu yoruma açık bir durum değil, parmak hesabıyla yapılıyor. Bakanlık da, mahkemenin bilirkişisi de sendikadan istediği aynı üyelik formlarını sayıyor sonuçta. TMSF de devletin, Sabah da… Gerisini siz düşünün.
Şirketin TMSF’den Çalık Grubu’na geçmesi durumunuzu değiştirdi mi, şu an nasıl bir durum sürüyor?
Nuh Köklü: Şirket TMSF’deyken sendika atv’de yetkiyi almıştı. Dinç Bilgin döneminden beri, şirket ufak ufak şirketlere bölünmüştü. Çalık, küçük şirketlerden oluşan bu grubu Turkuvaz Medya altında birleştirince sendika tüm bu grupta yetkili hale geldi. Şirket bunun için de dava açtı, “sendikanın atv’de aldığı yetki burada geçersizdir” diye. Ama mahkeme bu itirazı reddetti. Şirket temyize gitti, süreç hâlâ devam ediyor.
Bu arada siz de epey bir baskıya maruz kaldınız galiba…
Öztürk: Evet, özellikle şirket Çalık’a geçtikten sonra bu baskılar arttı. Bir de “rüşvet” önerdiler herkese, sendikadan istifa ederseniz kadronuzu 212’ye (5953 sayılı Basın Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi Hakkında Kanun’da 212 sayılı kanunla değişikliğe gidildiğinden sektörde kısaca 212 diye biliniyor) göre, yani Basın İş Kanunu’na göre yapacağız dediler. O ilk furyada yaklaşık 60 kişi notere gidip sendikadan istifa etti ve 212 kadrosuna geçti. Sendikalı olmayıp da 212 yaptırmak isteyenlere bile sendikadan istifa etme şartı getirildi! Bunların sayısı da yaklaşık 60’tı… Trajik bir durum, aslında hiçbir karşılığı yok. Ayrıca bugün istifa eden kolaylıkla yarın tekrar üye olabilir, ama psikolojik baskı olarak kullanıyorlardı bunu. Üye olmadığı halde istifa edenlerin formları hâlâ sendikadadır.
Köklü: Usûlsüzlük daha işe alırken başlıyor, işverenin kanunen 212 yapması gerekiyor zaten, ama 212 lütuf gibi kullanılıyor. Ayrıca her istifa edeni de 212 yapmadılar. Galiba kendilerine bir kontenjan belirlemişlerdi, onu doldurdular. İstifa ettirmeler çok başarılı olamayınca bu sefer servis şefleri çağrıldı, patronun şirkette tek bir sendikalının bile çalışmasını istemediği iletildi.
Ergün: İnsan Kaynakları müdürü Şefik Çalık, atv’deki işyeri temsilcisiyle yaptığı özel görüşmede, “burası çok güçlü bir şirket, başınıza neler gelir belli olmaz, burada çalışmanız zor olur, başka yerde de iş bulamazsınız, arkadaşların da senin yüzünden işsiz kalacak” minvalinde bir konuşma yaptı. Arkadaşımız stresten hastaneye kaldırıldı. Söz konusu konuşmanın ses kaydı da var.
Sendikalı olmak yasal bir durum, bu yüzden işten çıkarılmak ise suç. Ne tür gerekçelerle işten çıkarıyorlar?
Köklü: Puantaja uymama, performans düşüklüğü, editoryal dikkatsizlik gibi gerekçelerle. Puantaj, haftada belli süreyi, sanırım 45 saati ofiste çalışarak geçirip geçirmediğini kontrol eden sistem.
Öztürk: O puantaj sistemi aslında gazete ve dergilerde pek uygulanabilecek bir sistem değil, çünkü habercilik, gazetecilik, fotoğrafçılık bina içinden yapılan bir iş değil. Hafta sonu eklerinde çalışan birinin haftada o kadar saat ofiste çalışması görülmemiş bir şeydir, röportaj için, haber için dışarıda olman gerekir zaten. Zaten Nuh’un (Köklü) dışında o servisten herhangi birinin onların söylediği çalışma saatini doldurmuş olduğunu gösteremezler. Bu tamamen bir bahane.
Basın çalışanlarının kendilerini ayrıcalıklı hissetmeleri bir yanılsama. Gazetede fotoğrafı, imzası çıkıyor, iyi hissediyor kendini. Örneğin ünlü insanlarla röportaj yapıyorsun, bu yanılsamaya bazı ulufeler de katkı sağlıyor, kendini ayrıcalıklı biri gibi hissediyorsun. Gerçekte sıradan bir çalışansın, hatta daha da kötü durumdasın.
Bunlar yaygın bahaneler galiba. Performans düşüklüğünü nasıl açıklıyorlar?
Köklü: Arka arkaya üç uyarı geldi, hukuka uygunluğu için uyarı yapılması gerek çünkü. Sayfaların kontrol edilip hataların görülmesi için alınan, proof denilen çıkışlar vardır. Şefimiz o proof’larda yaptığım hataları alıp insan kaynaklarına gösteriyordu. İnsan kaynaklarının işi proof’ları kontrol etmek değildir, ayrıca o proof’lar yanlışı düzeltmek için alınır zaten. Bir haberde mimar Murat Tabanlıoğlu’nun adını yanlış yazmıştım. “Senin hatan Sabah’ın prestijli imajını sarsmıştır, artık seninle çalışamayız” dediler. Bu gerekçe iş fesih kâğıdımda yazılıdır. Hatayı savunmak gibi algılanmasın ama, o hafta gazetede bunun gibi başka çok hata vardı.
Sendikaya dönersek, başarılı olduğunuzu düşünüyor musunuz?
Öztürk: Basında sendika hayal gibi bir şeydi, bunun olabileceğini gösterdik. İşverenin çalışanların sendikadan istifa etmeleri karşılığında 212’lerini yaptırma taktiği bile sendikal örgütlenmenin kazanımı olarak yorumlanabilir. Ayrıca birçok çalışan da istifa karşılığı zam aldı. Biz örgütlenmeye başladıktan sonra Radikal’den, Akşam’dan bir sürü insan işten çıkarıldı. Ertesi gün arayıp “acaba sendikaya üye olsak bize faydası olur mu” diye sordular, demek ki bir etki yaratmışız.
Medya sektöründe sendikanın bunca yıldır hayal gibi görünmesi nereden kaynaklanıyor?
Ergün: Birincisi, basın çalışanı profili çok değişti. Sadece çalışanların değil, patronların da profili değişti. Eskiden tek işi yayıncılık olan patronların yerini asıl işi enerji, finans, dağıtım vs. olan patronlar aldı. Bu patron profili tabii ki sendikayı istemedi, hiçbir zaman istemez de. Yıllardır çalışanlardan yonttukları haklarını geri vermek zorunda kalacaklar çünkü. Çalışana haklarını vermektense, sendika işi ciddileşince çalışanları ezdiler, işten attılar… Basın çalışanları için de durum çok farklı değil. Biz de değişimden payımızı aldık. Haklarımız birer birer gasp edilirken, kimse patronun karşısına geçip hakkını aramadı, ne yapıyorsunuz demedi. Gazete, dergi sayfalarında vatandaşın mağduriyetini anlatan gazeteciler kendi sorunlarına sahip çıkamadı.
Ben de korkuyorum, sonuçta şövalye değilim ki, iş bulamama korkusunu yaşıyorum. Herkes korkuyor, ona rağmen birbirimizi koruduk kolladık, birlikte olmaya çalıştık.
Sendikaya ilgisizlikte medya çalışanlarının kendilerini ayrıcalıklı hissetmesinin payı var mıdır?
Köklü: Basın çalışanlarının kendilerini ayrıcalıklı hissetmeleri bir yanılsama. Gazetede fotoğrafı, imzası çıkıyor, iyi hissediyor kendini. Örneğin ünlü insanlarla röportaj yapıyorsun, ama aslında onlarla ilişkin o an başlıyor ve o an bitiyor, ertesi günü yok bunun. Bu yanılsamaya bazı ulufeler de katkı sağlıyor, haber yapmazsan bile sergi açılışlarına, konserlere davet ediliyorsun. Şefin ya da reklam şirketleri gezilere yolluyor, mesela Volvo’nun test sürüşüne İsveç’e gidiyorsun, harcırahını o şirket karşılıyor, kendini ayrıcalıklı biri gibi hissediyorsun. Gazetecisin ya, fiyakan yerinde, ama gerçekte sıradan bir çalışansın, hatta daha da kötü durumdasın, sigortan bile yok, başına bir kaza geldiğinde hastaneye gidecek bir güvencen bile yok, öyle ortalıkta kalıyorsun çaresiz.
Çalışanlar arasında sendika nasıl algılanıyor?
Öztürk: Çoğu kişi notere gidip sendika için imza attıktan sonra işin bittiğini düşünüyor. Geleneğimizde vardır, yukarıdan biri gelecek, sorununu çözecek. İşin örgütlülük kısmı görülmüyor, bu da bir tür sorumluluktan kaçınma hali. Diyoruz ki, bir şeyler yapalım, başka kişilerle de konuşalım, bir duyuru hazırlayalım, sen de katkıda bulun, ama yanaşmak istemiyor, sendikanın yerini bile bilmiyor. Sonra bir iş yaptığımızda gelip “bize sormadan niye böyle bir şey yaptınız” ya da “sendika neden bir şey yapmıyor” diyor. Kimisi hiç ilgilenmiyor, “ne oldu bizim ikramiye” diye soruyor görünce… Hadi çok şeyi geçtim, “sendikanın durumu nedir” diye de sormuyor, “bekle, vereceğiz ikramiyeni” diyorum ben de. (gülüyor) Sen ne kadar uğraşırsan sendika da o kadar güçlenecek, senin durumun da daha iyi olacak. Bunun farkında değil bazı insanlar. Arkadaşlara söylüyoruz hep: “Sendika sensin, sen varsan sendika var, sen yoksan sendika yok.”
Bu süre boyunca en çok zorlandığınız, canınızı sıkan şey ne oldu?
Ergün: Dergiler genel müdürünün bizimle yaptığı toplantıdaki manipülasyonu ve dezenformasyonu çok canımı sıkmıştı. Almanya’da gazetecilik yaptığını ve Almanya’da basın çalışanlarının sendikalı olmadığını, bir örgütlenmeye ihtiyaç duymadıklarını söylemişti. İkincisi, şöyle bir hikâye olmuştu: Bir gün binanın önünde sigara içerken Turkuvaz gazetelerinin birinde bulmaca hazırlayan birisiyle tanıştım. İşten atıldığını ve sendikalı olmadığını söyledi. “Niye sendikaya üye olmadınız” dediğimde, gazete çalışanlarının bir toplantı düzenleyip sendika istemedikleri yönünde karar aldıklarını söyledi. Bu insanların 2001 krizinde yemek hakları, ikramiye hakları ellerinden alındığında, maaşları geç yattığında bir toplantı düzenlemediklerini biliyorum. Kendi hakları için toplanmayan gazeteciler, patronun işini kolaylaştırmak için toplanmışlardı.
Köklü: Neyin ne olduğunu bilen, hatta bir dönem bunun için mücadele eden insanların bizi görmezlikten gelmesi benim canım sıkıyor. Bana üç aydır selâm bile verilmiyor mesela, vebalı muamelesi yapıyorlar. Vicdan körelmesiyle açıklıyorum bu durumu.
Önemli bir risk aldınız, hiç korku, endişe duymadınız mı?
Öztürk: Endişelenmemek mümkün mü? Adamlar, “gazetecilik kariyeriniz bitecek, başka hiçbir yerde iş bulamayacaksınız” diyor. Ama bu yola çıktıktan sonra dönüş yok. Bu işten hiçbir sonuç alamayabiliriz. Ama ben eve gittiğimde eşimin, oğlumun yüzüne bakabilmek için vazgeçmeyeceğim. İnsan gibi yaşamak, insan gibi çalışmak için ve insani haklarımı almak için girdim bu işe… İnsanlar, “çoluğum çocuğum var, onları düşünmek zorundayım” diyerek bu işten vazgeçiyor ya da hiç bulaşmıyor. Ama ben, çocuğumun geleceği için bu mücadeleyi veriyorum. Sonu nereye varacak, göreceğiz.
Köklü: Ben de korkuyorum, sonuçta şövalye değilim ki, iş bulamama korkusunu yaşıyorum. Herkes korkuyor, ona rağmen birbirimizi koruduk kolladık, birlikte olmaya çalıştık. Bu bir tercih. Biri sormuştu, “kardeşim niye illâ ısrar ediyorsun?” Dedim ki “torunuma anlatmak için, ona miras bırakacağım”.
Express, sayı 90, Aralık 2008