(Translated by https://www.hiragana.jp/)
Bilim ve İslam – Avrasya Bir Vakfı
The Wayback Machine - https://web.archive.org/web/20190829003812/http://www.avrasyabir.org/bilim-ve-islam/
Türk Eğitim Tarihi
28 Mayıs 2019
Osmanlı’nın Arka Bahçesi
28 Mayıs 2019

Bilim ve İslam

Pervez Hobdhoy – Bilim ve İslam (İslam and Cience)
Cep Kitapları 104 Birinci Baskı 1992
Çeviren Eser BİREY
Önsöz: Muhammed Abdüsselam.SAYFA 3 ‘E KADAR GİDİYOR

Müslümanlar Bilimde neden geri ?
Bu gezegen üzerinde gelmiş geçmiş uygarlıklar arasında, bilimin en zayıf olduğu bölgelerin İslâm Ülkeleri olduğu konusunda herhangi bir tereddüt yoktur.
İslâm dünyasındaki bilimin içinde bulunduğu durumun dipsiz bir kuyuya benzediğine tamamen katılıyorum.
Dinsel ortodoksluk, (dinsel gelenek ve göreneklere, kurallara köktenci bir uyum) ile hoşgörüsüzlük ruhu, İslâm’da bir zamanlar yeşerip gelişen bilimsel girişimlerin ölmesine sebep olan başlıca etkenlerden ikisidir.
Bilim ortamı gerekli
Bilim ancak huzur içinde çalışabilecek gerekli deneyler ve kütüphane alt yapısıyla tam olarak desteklenmiş ve birbirlerinin eserlerini açıkça eleştirebilecek yeterli sayıda bilimcinin oluşturacağı bir toplumda gelişebilir. Modern İslâm’da bu şartlar yerine getirilmemektedir. s.7
Müslüman bilimi değil, evrensel bilim
Bir tek evrensel bilim vardır. Sorunları, özellikleri, yöntemleri de evrensel niteliktedir.
Bir Hindu bilimi olmadığı gibi, Yahudi bilimi, Konfiçyüs bilimi ya da Hıristiyan bilimi olmadığı gibi İslâm bilimi diye de bir şey olamaz.
İslâm’da bilim sonsuza dek (başarısızlığa) mahkûm mudur? S.8
İslam ülkelerinden bilim umudu
İran-Irak savaşının sona ermesiyle, İran’ın şimdi bilim alanında, İslâm dünyasında yüzyıllarca sürdürdüğü üstünlüğü yeniden devralabileceği bir konuma gelmesidir. İran’ın gençleri arasında bu yönde bir susuzluğa tanık olmaktayım.
Pakistan’a gelince bu ülke Jawaharlal Nehru’nun Hint bilimi konusunda beslediği duyguların benzerini, bilim ve teknoloji için besleyecek bir liderin ortaya çıkmasını beklemektedir. En çalışkan Arap bilim adamlarının bulunduğu Sudan , Avrupa’ya katılma arzusu nedeniyle sınıf geçme ihtimali olan Türkiye dinamik bir nüfusa sahip Cezayir ve belki Fas ve Irak dışında kalan öteki İslâm ülkeleri pek bir ağırlık taşımamaktadırlar. S.9

ULEMA MESELESİ
Bu kitabın en ağırlıklı bölümlerinden biri de, İslâm’da ulemanın konumunu irdeleyen bölümdür.
İslâm’da kilise yoktur, despotvari bir dinsel otorite yoktur; ama paradokslu bir durum vardır. İslâm’da mevcut olan üstün bir moral durum (bireyin din adamlarının yardımı olmaksızın doktrini yorumlama hakkı) İslâmi politik ve ekonomik güç (bilimsel ve teknolojik güç üzerindeki etkisinden söz etmeye gerdek yok) üzerindeki öldürücü etkisi uzun vadede kanıtlanmış, sistematik bir organizasyon zayıflığına yol açmış bir görünüm arz etmektedir.” S.9 Pervez Hodbhoy

Tekfir silahı
Benim görüşüme göre bu durum, tekfir (aforoz etme) silahının kullanılmasından dolayı ortaya çıkmıştır. Belli dönemlerde tekfir edilenlerin listesi, İmam Ali (Hariciler tarafından) İmam Ebu Hanife ve İmam Malik bin Anas (İslam din biliminin tanınmış dört akımından -mezhep- ikisinin kurucuları) ile imam Gazalî, Şeyhül Ekber İbni Arabî,İmam İbn Teymiye, Seyyid Muhammed Cuvapapuri ve İbn Rüd; Ebu Ali Sina (İbni Sina) İbn Haytam ve diğerleri gibi bilim adamlarını kapsamaktadır. Geenllikle tekfir kararı, yerel kaynaklı bir mezhep sapmasıydı.Ancak ölüm cezaları da infaz edildi, şehit edilenler arasında Mansur El Hallac, Şehabettin Suhraverdi, Şeyh Alaye, sermed gibi tasavvufçular da vardı. Tüm bunlar sünni İslâmda örgütlü bir din adamı sınıfı olmamasına rağmen meydana geldi. Son 1300 yıl boyunca hür düşünürler hatta Ortodoks (töreye uygun) düşünce yapısına sahip en büyük Müslümanlar bile kurban edildi. S.10
Ulemanın tekfir silahını kullanma yönündeki eğilimi ve yöneticilerimizle genel kamuoyunun onları dinlemeleri sebebiyle sünni İslâmda ruhani bir sınıfın olmaması bize pek yardımcı olmadı. O zzaman tekfirin (en azından bilimsel inançlar söz konuş olduğu zaman9 tekerrürünü önleyecek çare nedir?
Ulemanın ikinci kategorisi zarar veren cinstendir. Bunlar ruhani sıfatlardan yoksun, Kutsal Kur’an’ı yorumlayabileceğini, aforoz fetvası verebileceğini (Kutsal peygamberin hiçbir zaman yapmadığı şey) ve Cuma namazlarında, tüm konular (politika, ekonomi, hukuk vb) üzerinde görüşlerini belirtebileceğini iddia eden kimselerdir.
İSLAMIN TALİHSİZLİĞİ-DİNİ TEMSİL EDENLERİN EĞİTİM YETERSİZLİĞİ

İslam, insanlığın büyük dinleri arasında en kötü talihe sahip olandır. Neredeyse kör cahil sayılabilecek kişilerden oluşan bir sınıf, büyük ve hoşgörülü dinleri konusunda temel bilgilere bile sahip olmaksızın ruhani sınıf statüsü nü kendilerine mal etmeyi alışkanlık haline getirmiştir. Bu sınıf tarafından sergilenen küstahça gurur, açgözlülük, düşük sağduyu düzeyi ve hoşgörüsüzlük, İran, Hindistan, Orta Asya ve Türkiye’de her düzeydeki şair ve yazar tarafından alay konusu edilmiştir.
Tüm İslâm tarihi boyunca ayak takımının ayaklanmasından ve Hıristiyan toplumlarındaki Engizisyon infazlarıyla gelen sistematik baskı ve zulümle eşdeğerde (Allah’tan her zaman değil) baskı ve sindirmeden sorumlu olan, bu sınıftandır. S.11
Bunun çaresi siyasal muhtevalı ahkâm kesmeye yarayan Cuma vaazlarında fesat yaratma güçlerinden mahrum etmektir. Bu siyasallaşma durdurulmalıdır.

NEDEN BİLİMİ TEŞVİK ETMİYORSUNUZ?
Kutsal kitabın sekizde birinde bilim ve teknolojiden (tefekkür ve düşünmeden) söz edildiğini göz önünde bulundurarak, ulemaya, vaazlarında neden Müslümanları bilim ve teknikle ilgili konularıyla uğraşmaları için teşvik etmediklerini sorup duruyorum. Çoğu bunu yapmak istediklerini ama modern bilim konusunda fazla bilgileri olmadığını söylediler. Üçüncü Dünya Bilimler akademisi, dinsel seminerlerinde sunabileceği kitaplar yazdırarak, bu duruma çare bulmaya çalışmaktadır,.s.11
Uygulamalı bilim adamı ve ileri teknoloji uzmanlarına bir şeyler öğretecek ve başvuru kaynağı oluşturabilecek, temel bilim adamlarına şiddetle ihtiyacımız var.
BİLİM PARA MAKİNESİDİR
Bu günkü şartlarda uygulamalı bilim dalları ile yüksek teknolojinin para makinesi olduğu kesinlikle bilinmelidir, hatırlanmalıdır. Bu gerçek bizim toplumlarımızda bir kere açıklıkla ortaya kondu mu, gerek yöneticiler gerekse ulemanın, bilim adamı ve teknoloji uzmanlarının işine müdahale etmeye şimdiki kadar hevesleri kalmayacaktır.
Bilim insanları, Müslüman ülkelerin dışında hüküm süren ve bilim ve teknolojinin standartlarına aynen sahip olabilmek için, yurt dışındaki meslektaşlarıyla uluslararası teması sürdürmelidirler. S.12 Muhammed Abdusselam. ÖNSÖZÜN SONU burası…

GİRİŞ:
PERVEZ HODBHOY islam ve bilim Bağnazlığa karşı akılcılığın savaşımı.
Rejimin İslâmlaştırma teranesine olumlu tepki gösteren bir çok şarlatan ve dalkavuk, toplumda dizginleri ele geçirerek, bilim dahil gözle görülen her şeyi “İslâmlaştırmayı” kendisine görev bildi. Pakistan’daki bilim müessesesinin üst düzey üyeleri, bu girişimin önde gelen savunucuları oldular. Kendilerini gösterme çabasına giren bu “İslâmi bilimciler “, yalnızca mantık ve sağduyunun gereklerini değil, İslâmi inancın aydın yorumlarını da çiğnediler. Akıl almaz bir cüretle, Einstein’ın Görecelik teorisini kullanarak göğün hızının hesaplanmasından tutun da, cinlerin kimyasal yapısının bulunması ve hattâ, Pakistan’ın enerji meselelerinin çözümlenmesi amacıyla, bu ateşli ilahi yaratıklardan enerji elde etmeye kadar varan çeşitli tuhaf buluşları kendilerine mal ettiler. S.13.
İSLAM BİLİMİ BİLİMİ EMREDİYOR DA::
İslâm’ın bilimle olan ilişkisini anlama, çağımızda o kadar büyük bir önem taşıyor ve yeryüzünde yaşayan insanların beşte biri için derin mesajlarla o denli yüklüdür ki, bunu fazla düşünmeden ele alınması gereken bir görev olarak gördüm.. s.14.
Pervez haksız mı?
Pervez Hodhoy güzel bir hayal kurmuş.
Bir an Merihli bir antropolog ekibinin 9. Ve 13. Yüzyıllar arasındaki bir tarihte, Dünya’yı ziyaret etmekte olduğunu farz edelim. Görevleri de, insan türünün kültürel ve sosyal evrimini incelemek olsun. Gözlemleri, bazı toplumların daha dinamik olduğunu ve daha yüksek ve daha ileri biçimlere doğru geliştiğini, ötekilerinin ise statik olduğunu ve gelenek ve ritüellerle engellendiğini, felce uğradığını ortaya koyar. Ziyaretçiler karargâhlarına, en fazla umut vadeden uygarlığın, Beytül Hikmet’iyle, astronomik gözlem evleriyle, hastane ve okullarıyla İslâm uygarlığı olduğunu rapor ederler. Uzak diyarlardan bilginlerin geldiği, dünyanın entelektüel merkezi Bağdat, yeryüzündeki en parlak nokta görünümündedir. Merihlinin gözünde İbni Haytam, Ömer Hayyam, evrensel kozmik zekâ taşıyan modern bilim adamının erken öncüleri olarak fark edilirler. Buna karşılık Avrupa, cadı yakan Papalarıyla. Barbar ve karanlık çağlara gömülmüş bir görünümde.
Aynı dünya dışı ekibin bugün geri döndüklerini varsayalım. Biraz mahcup bir halde, önceki kehanetlerinin hatalı çıktığını rapor edeceklerdir. İnsanlığın bir zamanlar en fazla umut vadeden bölümü, yeniyi reddetmesi ve eskiye umutsuzca ve sımsıkı sarılmasıyla, donmuş bir ortaçağ zihniyetinin, kurtulması imkânsız kapanına kısılmış bir görünüm arz etmektedir.
Ziyaretçiler soruyorlar: Rollerin bu kadar baş döndürücü bir şekilde değişmesi, yalnızca bir tarafın talihsizliği, öteki tarafın talihi midir? Yoksa bu durum istilalardan ve askeri bozgunlardan mı kaynaklanmaktadır? Ya da görüş açılarında ve tutumlarda meydana gelen köklü bir değişikliğin sonucu mu?
Uygarlıkların yükseliş ve düşüşünü inceleyen Marslı bir akademisyen İslâm’ın durumunu , daha doğrusu Müslümanların bilimdeki düşüşünü son derece ilginç bulacak, üzüntüyle karşılayacaktır.
Yaklaşık 700 yıl önce, İslâm uygarlığı, bilimsel faaliyeti sürdürme iradesini ve yeteneğini tamamen kaybetmişti. Bir çok Müslüman bu halden büyük üzüntü duymaktadır. Bazıları da bu kaybı memnuniyetle karşılamaktadır; zira onlara göre bilimden uzak durmak, İslâm’ı yozlaştırıcı ve laik etkilerden korumaktadır. S.17
İslam aleminde kendilerini koyu muhafazakâr olarak niteleyen birileri içten içe ilime karşı gizli bir düşmanlık beslemektedirler. Bilimi savunanlarla aralarında gizli açık anlamsız tartışmalar sürmekte. R.B:
Bilim adamları istedikleri kadar dinci olabilirler, ama bilim kendi kanunları dışında kanun tanımaz. Günümüzde İslâm’ın teoride ve pratikte bilime karşı tutumu, Müslüman toplum için çok büyük ve öncesiyle kıyaslanamayacak bir önem taşımaktadır. Bilim artık Harun Reşid’in ve Me’mun’un göz kamaştırıcı saraylarında olduğu gibi, kültürlü şehzadeler için salt bir eğlence ya da bilginlerin polemik konusu değildir. Askeri güç, siyasi iktidar ve ekonomik refah ülkelerin bilimi kontrol ve üretme yeteneğine bağlıdır.
Haçlı seferleri dönemindeki uzayıp giden şiddetli çatışmalar ve daha sonra Osmanlıların Balkanlardaki tahakkümü, her iki tarafta da bir önyargı ve nefret mirası bıraktı. Bu düşmanlık duygusu, iki uygarlık arasındaki ayrılıkların büyümesine yol açtı. S.18 Pervez Hodbhoy PERVEZE YAZ…BU YANLIŞ EFENDİ…
Ortaçağda kazananlar da kaybedenler de aynı silahı kullandılar. Benzer malları takas ettiler. Aristokratlar, sanatkârlar, tüccarlar arasında çıkarlar ve paylaşılan tutumlar arasında belli bir uyum vardı.
Rönesans ile ortaçağ derebeylik ekonomisinin çökmesi, kapitalizmin kapsamlı bir şekilde ortaya çıkması, yaşanan sosyal karışıklıklar 400 yıl önce Avrupa’da modern bilimin doğmasına yol açtı. Deney yapma, niceselleştirme, tahmin ve kontrol yeni bir kültürün modelini oluşturdu. Modern bilim fiziksel evrenin rasyonel bir şekilde anlaşılmasını amaçladı. Kesinliği getirerek şüpheyi dışladı.
Müslümanları sersemletti
Bilimsel yönteme sahip olanlar rüyalarında bile göremeyecekleri bir güce kavuştu. Bu güç kısmen tabiat kanunlarını anlamak ve yeni teknolojiler üretmek için kullanıldı. Bilim, teknolojik yönden daha az gelişmiş insanlara sistematik olarak hakimiyet kurmak , kolonize etmek için bir silah olarak kullanıldı.

  1. yüzyılda ticari emperyalizmin acımasız saldırısıyla karşı karşıya kalan geleneksel Müslüman toplum, savunmasız yakalandı. Batı Afrika’dan Doğu Asya’ya kadar, Müslüman dünyasının tamamı kolonize edildi. O zaman kadar fethetmeye alışmış bir uygarlık için askeri bozgun yeterince aşağılayıcı unsurdu. Ama yaşanan bozgun yalnızca askeri alanla sınırlı kalmadı. Gücü, Modern bilimin çözümsel yöntemlerinden kaynaklanan modern emperyalizmle ilk temas, Müslümanları sersemleterek yollarını şaşırttı ve kendilerine olan güveni kaybettirdi. Bu eşit şartlarda olmayan karşılaşma idi. Emperyalizm parçaları bir saat gibi çalışan, anlaşılması güç ve iyi yağlanmış bir makineydi. 1757 Plassey muharebesindekiler gibi modern tüfekler ve toplar, onun gücünün en açık görüntüsüydü. Ama bu yeni devin belkemiğini, telgraf, buharlı gemi, makinelerle üretilen mallar ve yeni organizasyon yöntemleri oluşturuyordu. Yerel ordular kahramanca savaşmalarına rağmen, kendilerinin onda biri büyüklüğündeki, disiplinli İngiliz ve Fransız alaylarınca imha edildi. Böylece yüzyıllar boyunca İslâm’ın Batı ile olan ilişkisinin başlıca özelliği olan simetri ortadan kalktı.s.19
    Filistin halkının öz yurdunun elinden alınması ve işgal edilmesi, daha sonra Arapların savaş alanında yenilgiye uğratılması ve Müslüman ülkelerin, istikrarlı demokratik kurumlar oluşturamamaları aşırı zindelik sağlayan bağımsızlık mücadelesinin uzun ömürlü olmasını engelledi.s.20
    Laik, milliyetçi-sosyalist hükümetlerin (İran’da Musaddık, Endonezya’da Sukarno ve Pakistan’da Zülfikar Ali Butto) başarısızlıkları ve en sonunda da görevden uzaklaştırılmaları, büyük bir hayal kırıklığı ve hüsrana yol açarken, yeni köktenci hareketlerin hortlamasına zemin hazırladı. Başlıca kaygıları, kendilerini idame ve muhafaza etmek olan askeri-bürokratik ve feodal-aşiret sınıflarının yönetimi, Müslüman ülkelerde egemen yönetim biçimi olmuştur.
    Müslüman ülkeleri yöneten seçkin sınıflar ülkelerinin meselelerine eğilecek yetenek ve arzuyu gösterememektedir. Bunlar arasında bilimin gelişimi en önemlisidir. Aşağı yukarı eşdeğerde kaynağa ve benzer bir kültür gelişimine sahip gayrı-Müslüman ülkelerle karşılaştıklarında, Müslüman devletlerin düşük bir performans gösterdiklerini görmekteyiz. Bu kitabın da başlıca tartışma konusu budur.
    BU TUTUMUNUZ SÖMÜRÜNÜN DEVAM EDECEĞİNİN GARANTİSİDİR…
    Bilimsel yönden az gelişmişlik, Müslüman dünyayı saran krizin kesinlikle önemli bir bölümü olup, Batı’nın politik, ekonomik, entelektüel egemenliğinin görünen bir geleceğe kadar devam edebileceği gerçeğinin adeta bir garantisidir. S.21
    Müslüman ülkeler doğal kaynakları ya da milli egemenliği korumaktan ziyade kitleleri baskı altında tutmaya kokuşmuş ve katı seçkin zümrelerden oluşmaktadır. İçteki politik organizasyondan ziyade yabancı hamileriyle yakın ilişki içinde olurlar.
    Yeterli araç gerece sahip olmamak, endüstriyel gelişmenin gerisinde kalmak ve bütün dünya keşif ve icatlarla ileri doğru koşarken, bu duruma seyirci kalmak kötüdür. Ama anlamlı eğitim imkânlarından mahrum edilmek, halkın ihtiyaçlarına duyarsız hükümetlere sahip olmak ve insanlık onurunun düzenli olarak kırıldığını görmek. İşte gerçekten trajik olan budur. S.21
    FELSEFE BOYUTU:
    Bilimsel gelişimi anlamak için bir araştırma başlatmadan önce, kişinin, bilimsel girişimle ilgili olarak temel bir anlayışa varması gerekir. Modern bilim felsefesinin ve işleme tarzının ne olduğu, tabiata ve eğitim sisteminin kalitesine olan bağımlılığı ve ürettiği -bilimin gelişmesinde hayati değer taşıyan- fikirler ve değerler sistemi, temel kavramlar olarak özellikle anlaşılmalıdır. Bu bağlamda İslâm kültürünün geçmişle, kopmaz bağlarla bağlantılı olduğunun bir gerçek olarak görülmesi gerekir.
    Bu sebeple, bilimin içinde bulunduğu durumu ciddi şekilde çözümleyecek olan herkesin, bilimin İslâm uygarlığına nasıl girdiği ve yaklaşık 500 yıl boyunca nasıl yeşerip geliştiği konusunda, derin anlayışa sahip olması gerekir.
    Kişi bu bağlamda, birdenbire önemli ve güç sorularla karşı karşıya kalmaktadır; bunlar, Müslümanların biliminin, kendine özgü İslami bir karakteri olup olmadığı, halk kültürüyle ne kadar bağdaştığı, onu besleyen toplumsal güçlerin ne olduğu, kendisine karşı oluşan dinsel muhalefetin yapısı ve kapsamı gibi sorulardır.
    Özellikle de, İslâm toplumunda bilimin ve ilmin, bin yıl önce doruğa çıkmasının ardından, gerilemesine yol açan güçleri anlamak önem taşımaktadır. Bu güçler bu gün de önem taşımaya devam etmektedir.
    Başka bir düzeyde, bilimin teknolojiyle olan yakın bağlantısını (Toplumdaki üretken güçler, politik ve ekonomik gücün dağılım modelleri ve bunların dönüp teknoloji seçimi ve sanayileşmeyi nasıl etkilediği gibi konuların ışığında) araştırmak ihtiyacı doğmaktadır.
    Müslüman ülkelerde, bilimin bugün içinde bulunduğu kasvetli duruma ilişkin olarak anlattıklarım, bu durumun önümüzdeki yıllardaki süresiyle ilgili olarak yaptığım karamsar öngörü ve bu kitapta bilimsel ilgili olarak sıraladığım sebepler bazı okurları gücendirebilir. Ama buradaki esas amaç, birilerini memnun etmek değil, objektif olmaktır. Gerçek iyice anlaşılmadıkça yapıcı bir değişiklik konusunda hiçbir umut olamaz. Bilim ve bilime akılcı yaklaşım, İslâm kültürüne yabancı sayılırsa, insanlığın beşte birini oluşturan Müslümanlar, onursuz ve aşağılanmış bir varlık –ümmet- olarak acı çekmeye devam edeceklerdir.
    Müslüman topraklarında bilimin bir kez daha yeşermesi isteniyorsa değişik bir yaklaşım gerektiğinin, gittikçe daha çok Müslüman tarafından anlaşılması, gelecek açısından umut vadetmektedir. S.23 Kaynak: İkbal Ahmet (İslâm, Politika ve Devlet) editör Muhammed Asgar Han;Londra, Zed pres) adlı dergide yayınlanmış “İslâm ve politika adlı makaleden, sayfa 14, 15-25. Söz konusu makale ayrıca, Müslüman hayatının , koloni döemi sonrasında geçirdiği travma üzerine de bir tartışmayı ihtiva etmektedir. BU MAKALAE NASIL BULUNUR—?????????
    Doğanın düzenli olduğuna ilişkin inanç henüz evrensellik kazanmamıştır. Bize vahşilerin tamamen keyfi bir evrende yaşadıkları söylenmektedir ama halâ yağmur duası yapan topluluklara rastlıyoruz. Bu topluluklar güneşin sabit bir şekilde durması için dua etmekte tereddüt geçirebilirler, bunun da sebebi astronominin meteorolojiden daha gelişmiş bir bilim dalı olmasıdır. J.W.N.Lullivan

İnsanoğlu, bilim olmadan, rüzgâr ve fırtına karşısında çaresiz kalmış, dert ve hastalıklardan kırılmış ve mantıksız bâtıl inançlar karşısında dehşete kapılmıştır. Sahip olduğu benzersiz araç, yani aklı boşa gitmişti. Daha sonra insanlar bilimi geliştirdi, bilim de onları batıl inançlardan kurtardı. S.24 hodboy
BİLİMİN BAŞLANGICI:
İnsanların birbirinden habersiz olarak tespit ettikleri doğrular gerçek kabul edilir.
Örnek: Bilim adamları Jüpiter’in uydularının yörüngesel hareketi, boyutları ve şekilleri hakkında ayrı ayrı yerlerde gözlem yaptıkları halde, görüş birliğine vardı. Bu geçerli gerçek olarak kabul edilir. Bilim, gerçeklerin var olduğu varsayımıyla başlar. Dindarlığı ve kutsiyetinden şüphe duyulmayan bir dervişin hayal ve esinleri, doğrulanamadığı ve kişiselleştirildiği için bilimsel gerçekler olarak kabul edilemez. 26 HODBOY
70 bin kere okuduğu filanca duayı annesi cehennemde olan bir başkasına hediye edip cehennemden cennete geçirdiğini söyleyen sözde dindarın iddiası gerçek kabul edilemez.
İKİ İDDİA:
1.Akciger kanseri ihtimali, günde içilen sigara sayısı ile doğru orantılıdır.
2.Belli bir yerde, daha fazla kişi yağmur duasına çıkarsa yağan yağmur miktarı artırılabilir.
Bunların herhangi birine bilimsel ve gerçek diyebilmek için yeterli miktarda bilgi toplanmalı, gözlem yapılmalı, denenmeli. Doğrulanırsa bu iddialar gerçektir, bilimseldir denebilir. Aksi halde bir iddia olarak kalır. Bilimle iddiayı birbirine karıştırmamalı.

Bilim sürekli kullanımda olan bina gibidir. Sürekli büyür ve kendine yeni eklemeler, bölmeler katılır. Bilim adamları didinip duran işçi karıncalar gibi, dev bilgi hazinesinin oluşmasına katkı veren birer hizmetkârdır. Tarihin belli bir anında var olan stoktan alıp, buna biraz da kendilerininkini katarlar. Sonra da bunlar bilimin bir parçası haline gelir. Bilimde ilerleme bilimini içinden gelir. Akıl üst üste istiflenerek büyütülen bir şey değildir.
ca
Modern bilimin doğuşu; 16.yy.da Avrupa’da başladı. Entelektüel ve fiziksel yönden dünyada muazzam bir değişikliğe yol açtı. Kopernik öncesinde dünya evrenin merkezi kabul edilirken, onun çalışmalarıyla kendi yörüngesinde dönen, gösterişsiz bir yıldız olarak kabul edildi.
Descartes, “Doğa anlaşılabilir olup sırları, deney yoluyla keşfedilecek yasalarla açığa çıkarılabilir.” Demişti. Sonraki gelişmeler ve mekanik bilim ve kesin bir şekilde bilimi anlamanın her şeyden önce matematiğin kesin dilini anlamayı gerektirdiğini ortaya koydu.
Bilim dönemsel olarak kendini iyileştirir ve arındırır.
Ortaçağın dünya düzenini silip süpüren bilimsel devrim, kilisenin dünyevi otoritesini tuzla buz etti. İlginçtir ki bu temel değişikliği gerçekleştirenler ve bilimsel yöntemin kurucuları, genellikle dindar kişilerdir. Laplace gibi inançsızlar olsa da Galile, Descartes, Newton gibi pek çoğu dindarlığıyla bilinen kimselerdir. Bilimsel çalışmalarla ortaçağ kilisesinin kullarının hareketlerine ve dualarına cevap anında veren müdahaleci Tanrı anlayışı değişti.
Mehmet Akif’in şiirine yansıyan görüp yaşadığı haksızlıklar ve zulümlerin anında cezalandırılmasını istediği “Ah, ağzım kurusun, yok musun ey adli ilahi” diye seslendiğini biliyoruz.
En büyük mucize, evrendeki her şeyin (en küçük atom zerreciklerinden dev yıldızlara kadar her şey ve hattâ evreni kendisi) aynı katı fiziksel yasalarla yönlendirildiği gerçeğidir. Voltaire’in mucize tarifi: Ayın her tarafının aydınlandığı bir güneş tutulması olursa veya ölü bir adam kafası kucağında 10 km yürürse buna mucize deriz.
Modern bilimin ölüm döşeğinde olduğu iddiası hüsnü kuruntudan başka bir şey değildir. Modern bilimi dünyadaki kötülüklerin kaynağı olarak görenlere teselli verse de düşmanın ölmesini arzulamakla öldüğü henüz görülmemiştir. Modern bilimin günümüzde eriyen bir mum görüntüsünden çok uzak, geçmişe oranla daha canlı, daha süratle genişleyen ve gücü, kapsamı daha güvenli görüntü sunmaktadır. Atomun milyonda birini kadar küçük nesneleri inceleyen, dev parçacık hızlandırıcılarının kullanımına doğru yol almaktadır.
Tanrı evrenle zar atmaz.
Michael Moravcsik ve John Ziman dünyaya hava atıyorlar: “Avrupa biliminin bütün dünyada egemen kültürel güç olması gereğine muhakkak gözüyle bakılmaktadır.” S.40
Bu benim gururuma dokundu. Bilim ağacının çeşitli kültürlere uzanan köklerini, Çin, Hint, Eski Yunanistan, İslam medeniyetinden aldıklarınızı inkâr edecekler bu gidişle. Hıristiyan misyonerlerin kafasını taşıyor bu çok bilmiş efendiler. “Bir Hıristiyan olsanız kurtulacaksınız” diyenler gibi. Sanki bizim kültürümüz anca çöplüğe layık öyle mi demek istiyorsunuz? Daha siz teslisi halledemediniz? Dünyaya yaptığınız zulümlerin hesabını vermediniz. Her inancın Ortodoks takipçileri bilimin yöntem ve buluşlarından rahatsız olurlar diye genel bir kaideden söz ediliyor. Tarihe bir göz atıldığında bilime karşı en uzun ve en şiddetli savaşı verenin Hıristiyan ortodoksluğu olduğu açıkça görülür. Giarduno Bruna abimi İtalya’dan niye yaktınız? Galile dedeceğzim “Dünya yuvarlaktır, dönüyor” dedi diye 75 yaşından sonra Engizisyonda “Yakarız haa diye tehdit etmediniz mi? Ne yapsın zavallı Bruno gibi idik duramadı. “Evet evet dünya yuvarlak değil, tabak gibi düz, dönmüyor da, yanılmışım” dedi. Yakılmaktan kurtulup da mahkeme salonundan sağ salim çıkarken ne mırıldandığını da ben size söyleyim. “Yine dönüyor.”
Avrupa bilimi dünyaya egemen kültürel güç olacakmış…Hasan Kayıhan abim duysa size Pöh! derdi. Dün Avrupa’da Osmanlıya, Yeniçeriye hayrandınız. Evlerinizde birer şark köşesi vardı ne çabuk unuttunuz? Galip abinin deyimiyle “baht utansın.” Sen bilime sırtını dönersen elin oğlu böyle hava atar. Daha dün Endülüs, Sicilya medreselerinde bilim tahsil ettiğinizi, matematiği bizden öğrendiğinizi, LCVM IX gibi harflerle matematiğin içinden çıkamadığınızı ne çabuk unuttunuz?
Bekleyin bilimin temellerini sağlam atıyoruz. Bu sefer Ankara’ya, Gaziantep’e, Kayseri’ye İstanbul’a bilim tahsiline geleceksiniz. Ben görmesem de torunlarım Mehmet Afşın’a, Emin’e, Selcen’e, Nazenin’e vasiyet ettim bunun gerçekleşmesi için erken yaşta bilimin peşine düşecekler.
Bilime karşı en uzun ve en şiddetli savaşı Hıristiyan ortodoksluğu verdi. Onbinlerce muhalifi işkenceyle ölüme mahkûm ettirdi. Mahkumlar iki atın arasına bağlanarak parçalandılar, iç organları boşaltıldı, asıldı ve kazığa bağlanarak yakıldılar. Ölüleri bile bağışlanmadı, kemiklerini mezardan çıkarıp yeniden yargıladılar ve yaktılar. S.44
Ünlü başpiskopos, Ussher, İncili inceleyerek dünyanın İ.Ö. 4004 yılında 23 Ekim Pazar günü saat 09.00 da başladığı sonucuna vardı. Böyle bir sonucu uzun süre önce ölmüş bir bilim adamının bulgusuna rağmen ilan etti. Bilim adamı Wycliffe ise yıllar önce fosillere ve yer bilimine dayanarak yer yüzünün en az birkaç yüz bin yaşında yaşında olduğuna dair deliller ortaya koymuştu. Bu küstahlığı affetmeyen kilise Wiycliffe’in kemiklerinin mezardan çıkarılmasını, parçalanmasını ve denize atılmasını emretti; bu şekilde münafıklık, şüphecilik mikropları, dünyayı bir daha kirletmeyecekti.
Neden bu kadar katıydı kilise?
1.Toplum düzeni kilisenin kesin kurallarına dayanıyordu. Ayinden yemeye, evlilikten sekse her şeye bir kural vardı.
2.Bu kurallar tam sorgusuz kabul edilecekti.
3.Bir tek kuralın bile şu veya bu sebeple reddi, tüoplumsal düzenin çökmesine yol açabilirdi.
4.Bunlar göz önüne alınarak bilim ve özgür düşünce bir tehditti ve yasaklanmalıydı.

Kilisenin bu kepazeliklerini Andrew Dickson 1896’da yayınladığı “Bilimin teknolojiyle savaşının tarihi” adlı eserdi yayınladı.
İşte verdiği bilgiler:
1.Dünyanı yuvarlak olduğu ve dünyanın öbür tarafında da varlıkların bulunduğu doktrinine teologlar şiddetle saldırdı. “Ürünlerin, ağaçların baş aşağı büyüyeceğine,,, yağmurların ve karın yukarı doğru yağacağına inanacak kadar kafasız bir insan olabilir mi? Öbür taraf diye bir şey olamaz. Olsaydı İsa oraya da gitmek ve ikinci kez acı çekmek zorunda kalırdı. Dünyanın karşı tarafında yaşayan yoktur ve bu kesinlikle yanlıştır s.46 Hodbhoy

  1. Aziz Paul’a göre, hastalıklar iblislerin uğursuz bir işiydi. Kilise ağalarından Origen şöyle diyordu: “Açlığa, kısırlığa, havanın bozulmasına ve salgın hastalıklara yol açanlar cinlerdir. Bunlar alt atmosferin bulutları arasına gizlenerek dolaşmakta ve kendilerini Tanrı olarak gören kâfirlerin sunduğu kan ve tütsülere çekilmektedirler.” Kilisenin ilk otoriteleri arasında en nüfuzlusu olan Augustin şunları yazdı: “Hıristiyanların bütün hastalıkları bu cinlere atfedilmelidir; en çok da yeni vaftiz olmuş Hıristiyanlara ve hattâ, yeni doğmuş masum bebeklere eziyet çektirmektedirler.” Papa 5.Pirus’un emirleriyle bütün doktorlara, “Vücut zayıflıklarının genellikle günahtan kaynaklandığı gerekçesiyle “bir maneviyat doktoruna” başvurmaları şart koşuldu. Hastalığın sebebinin iblisler ve kötü ruhlar olduğu kabul edilince, tedavi de doğal olarak kutsal emanetler, kalıntılar gibi araçlarla bu iblise ve kötü ruhların defedilmesiydi. Böylece şifalı kutsal nesnelere sahip olduğu bildirilen kilise ve manastırlara, muazzam paralar aktı. Kilise, yalnızca Hıristiyan ruhunun değil, aynı zamanda onun fiziki sağlığının da bekçisiydi. S.46
    3.Çiçek hastalığı ve kolera gibi bulaşıcı hastalıklar da kilisece İlahi Takdir’den sayıldığı için, bunlara karşı aşılanma, ortodoks (köktenci) çevrelerince şiddetle kınanıyordu. Savunmalarına göre Çiçek hastalığı , insanların günahlarıyla ilgili olarak Tanrının verdiği bir hükümdü. “Onu savuşturmaya çalşmak Tanrı’yı daha da kızdırırdı.” Çiçek aşısının öncüsü Dr. Boylston’u barındıran bir adamın evne ateşlenmiş bir el bombası atıldı. Aşının savunucuları düzenli olarak ruhban sınıfının küfür yağmuruna tutuldular. Ama gerçekler çok güçlüydü: insanlar aşılanınca yaşıyor aşılanmayınca ölüyorlardı. Bu sebeple kilise en sonunda aşılanmayı kabul etti, ama aşılanmaya karşı direniş hiçbir zaman, tümüyle kırılmadı. S.47 hodbhoy
    4.Bilimsel tıbbın gelişmiminin önünde duran bir başka engel de kadavraların parçalanmasına karşı çıkılmasıydı. Aziz Augustine anatomi bilgilerini kasap olarak tanımlayarak, bu uygulamayı açıkça kınadı. Bir cesedi parçalamanın, onu bütün ölülerin dirildiği gün akıl almaz bir dehşete düşüreceği yönünde genel bir korku vardı. Kilise bu tartışmaya şunu da ekliyordu: Kilise kan dökülmesinden nefret eder.” Bu gerçekten de harika bir savunmaydı. Zanlı din muhaliflerini ve büyücüleri keyifle yakan kilise , iş “kutsal çıkarlara” geldiğinde, kan dökülmesini nefretlik bir olay olarak görmüyordu.
    5.1770’lı yıllarda, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde, çarpıcı ir olay gözlemlendi. Suyun kana dönüştüğüne ilişkin, ayrıntılı raporlar, Kraliyet bilim akademisine ulaştırıldı. Dini çevreler hemen bunun Tanrı’nın gazabının bir göstergesi olarak yorumladılar. İsveç’te bu tür mucize gözlemlendiği zaman, seçkin bir doğa bilimci olan Linnaeus, olayı dikkatle incelemiş ve suyun kızıllaşmasındaki etkenin yoğun miktarda minik böcekler olduğunu tespit etmişti. Gelin görün ki, Linnaeus cesur bir adam değildi ve Galile’nin başına gelenleri iyi biliyordu. Bu şartlar altında geri adım atarak, hakikatin kendi anlayışını aştığını ilan etti.
    6.Ortaçağda Kilisenin din adamlarıyla teologları, kuyruklu yıldızların, kızgın bir Tanrı’nın günahkâr dünyaya fırlattığı ateş topları olduğu görüşünü hararetle yayıyorlardı. Ve Tanrı’dan gelen böylesi cezalara aval aval bakan kişileri kınıyor ve onları ahır kapısına bön bön bakan danalara benzetiyorlardı. 17.yüzyılın sonuna kadar astronomi profesörleri, içtikleri ant yüzünden, kuyruklu yıldızların fiziksel yasalara göre hareket eden, göksel kütleler olduğunu açıklayamadılar. Sonuçta bilim bastırılamadı. Newton ve Kepler’in teorisini kullanan Halley, özellikle tehlikeli bir kuyruklu yıldızın yolunu gözlemledi ve tam tamına 76 yıl sonra geri döneceği kehanetinde bulundu. Halley, söz konusu kuyruklu yıldızın, göğün iyi tanımlanmış bir noktasında ne zaman görüneceğini dakikası dakikasına hesapladı. Bu inanılmaz bir şeydi. Halley ve Newto’un çoktan ölmüş olduğu 76 yıl sonrasında, Halley’in kuyruklu yıldızı tam önceden kestirildiği dakika geri döndü.
  2. Bağnaz Hıristiyanlık jeolojiyi de, şeytanın hizmetinde bir araç olarak kabul ediyordu. Jeolojik kanıtlar, Başpiskopos Ussher’in dünyanın yaşıyla ilgili iddiasını yalanlamakla kalmıyor, altı günde yaratılışın mümkün olmadığını da ortaya koyuyordu. Bağnaz kesim Jeolojiyi, “yasal soruşturma konusu olmayan bir dal “ olarak ilan etti. “Karanlık bir sanat” diye kınadı, ona “cehennem bataryası” adını taktı; uygulayıcıları da “Kâfir ve kutsal kitabı yalanlayıcı çıkaranlar” diye ilan etti. İtalya bilim kongresinin 1850’de Bologna’da toplanmasını yasaklayan Papa 9.Pius’un kuşkusuz bu duygulara sempatisi vardı.
    8.Oratçağda fırtınaların da şeytani kökenli olduğu doktrini genelde kabul görmekteydi. Söz konusu doktrin Aziz Augustine gibi dokunulmaz otoritelerden destek buluyordu… Buna göre fırtınalar iblislerin işiydi. Bu doğaüstü “hava gücü”ne karşı çeşitli şeytan kovma araçları kullanılıyordu; en yaygını Papa 13. Gregory’ye ait olandı. Dini şarkılar ve kilise çanlarıyla şeytan kovulurken 15. Yüzyılda, bazı kadınların kasırga, dolu, don, sel gibi olayların meydanha gelmesinde, şeytani yardım sağladıkları yönünde genel bir inanç ortaya çıktı. 7 aralık 1484 tarihinde Papa 8.İnnocent, İncil’deki “Büyücülerin yaşamasına izin vermeyeceksin” emrinden esinlenerek bir papalık bülteni yayınladı…. Almanya’daki din adamlarını, kötü hava şartlarına yol açmak suretiyle bağları, bahçeleri, çayırları ve büyüyen ürünleri mahveden sihirbaz ve büyücüleri tespit etmeleri için uyardı. Bunun üzerine binlerce kadın kendini işkence aletlerinde kıvranırken buldu. En yakınları ve sevdiklerinin dehşetle baktığı bu kadınlar, işkenceden kurtulmak için dört gözle ölümü bekliyorlardı. S.49 hodbhoy
  3. Kilise doğmasına göre yıldırım, şu beş günahın sonucuydu: Pişman olmamak, şüphecilik, kiliselerin onarımını ihmal etmek, din adamlarına ödenen aşar vergisinde hile yapmak ve astlarını ezmek. Benjamin Franklin 1752 yılında ünlü uçurtmasını gök gürültülü, yağmurla karışık fırtınalı bir günde uçururken bu tehlikeli deneyde, yıldırımın elektrikten başka bir şey olmadığını keşfetti. Bunu hemen en şiddetli kasırgada bile kesin korunma sağlayan, yıldırım çubuğu (paratoner) izledi. Kilise önceleri bunun varlığını kabul etmeyi reddetti. Daha sonar bu paratonerlerin yararı yaygın bir şekilde kabul edildikçe ve giderek artan sayıda kuruldukça, Ortodoks kesim bunlar aleyhinde kampanya başlattı. 1755’de Massachusetts’de meydana gelen depremin sorumluluğu Franklin’in çubuklarının, Boston’da yaygın şekilde kullanımına yüklendi. Vaizler de gök toplarını kontrol etmeye yeltenenlere ateş püskürdüler. Paratonersiz kiliseler sık sık yıkılmış olmasalardı, bu muhalefet uzun süre devam ederdi. Almanya’da 1750/1783 döneminde yıldırım düşmesi sonucu 400 kilise kulesi hasar gördü ve 120 çancı hayatını kaybetti. Öte yandan upuzun çubuğuyla, bir kasaba genel evi, en kötü fırtınalardan bile yara almadan ve ayakta kaldı. Paratoner dikilen birkaç kilise de hiç etkilenmedi. Kilise 18.yüzyılın sonuna gelindiğinde istemeye istemeye kutsal onayını verdi ve gereç çoğu kiliseyi korumak için kullanılmaya başlandı.
    10.İmmanuel Kant Nebula yıldızlar kümesini keşfettiğinde “teoloji dünyasının her yanından “bu ne Tanrıtanımazlık” çığlıkları yükseldi. Kutsal kitapta bu konuya hiç değinilmediği için Nebula diye bir şeyi olamazdı. Teleskoplar ve tayf spektrum analizi Nebula kümesini doğruluyordu. Zaman bunları kir kere daha mahcup etti.
    Ortaçağ Hıristiyanlığının, insan ruhunu ezmek için ve bilimsel merakı bastırmak için kullandığı yöntemlerin listesi 10 maddeden çok daha fazladır. S.51 hodboy
    Bugünkü İslâm ülkelerinde bilimin durumu:
    “Bu gezegen üzerinde, gelmiş geçmiş uygarlıklar arasında, bilimin en zayıf durumda bulunduğu kesimin İslâm ülkeleri olduğu şüphesizdir. İçinde bulunduğumuz çağda, bir toplumun şerefli bir şekilde ayakta durması doğrudan doruya onun bilim ve teknolojideki gücüne dayandığına göre, bu zayıflığın tehlikeleri gereğinden fazla vurgulanamaz.” Prof. Abdüsselam.
    Müslümanlar sürekli olarak yeniyle eskiyi birleştirmeye çalışmaktadırlar. Ama bunların bilime karşı tutumları özellikle de köktenciliğin devlet yetkilerini kullandığı Müslüman ülkelerinde, şizofrenik türdendir. Suudi temsilcilerinin 1993’te Kuveyt’te düzenlenen bir üst düzey konferansta açıkladıkları görüşler bu noktaya örnek teşkil etmektedir. On yedi Arap üniversitesinin rektörünün katıldığı bu konferansın görünüşteki amacı, Arap dünyasında bilim ve teknolojinin gelişmesini engelleyen darboğazları teşhis edip ortadan kaldırmaktı. Ama oturumlara tek bir konu egemen oldu: Bilim İslâmî midir? Suudiler saf bilimin, dini inançları zedeleme olasılığı bulunan “Mutezile” felsefesi doğrultusunda eğilimlere yol açtığını savundu. Bilim laik olduğu için dini işlerden ayrılır. Bu şekliyle de (onlara göre) İslâmî inançlara ters düşer. Bu sebeple, Suudiler, teknolojinin açık yaralarından dolayı, ileri götürülmesi, ama saf .bilimin öneminin fazla vurgulanmaması tavsiyesinde bulundular. Hodbhoy 54
    1894’de Frederich Engels şunu vurguladı: “Eğer bir toplumun teknik bir gereksinimi varsa, bu, bilimin ilerlemesine, on üniversiteden daha fazla yardımcı olur. Hidrostatik (Toriçelli vs) tamamıyla, 16. Ve 17. Yüzyıllarda, İtalya’da dağ derelerini düzene sokma ihtiyacının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Hodbhoy S.56
    17.yüzyıl kimyagerlerinden Fransız Leblanc’n tuz, sülfürik asit, kireç ve kömürden soda yapmak için bir araç icat etti. Bu endüstriyel teknoloji tarihinde bir dönüm noktası oldu. Ama Leblanc uzun yıllar yoksulluk içinde kıvrandıktan sonra hüsran içinde canına kıydı. Kimya sanayii onun icadından faydalanacak kadar gelişmemişti. S.56
    Eksi bir (-1) gibi bir negatif sayının köre kökü olduğu gerçeğinin, bir toplumun ilgilenebileceği en son şey olduğu düşünülebilir; oysa bu matematiksel kavram olmaksızın radyonun geliştirilmesine imkân olmadığı sonradan anlaşılacaktı. Bu sebeple bilimin herhangi bir dış sebep olmadan onu keşiften keşife iten, kedine özgü bir iç dinamiğe sahip olduğu açıktır. Aksi takdirde, dahi insanları; zamanında insan toplumunu etkileme iddiası kesinlikle olmayan, çeşitli temel keşiflere doğru iten güdünün hiçbir açıklaması olamaz. S.57 hodbhoy
    Bu günkü İslâm ülkelerinde bilime olan teknik ihtiyaç ne düzeydedir? Bunun cevabı: Bilimsel teknolojik gelişmenin en önemli göstergesi sanayi ve imalatın ülkenin ekonomisinin ne oranda parçası olduğudur. Bu da imalattaki katma değerle ölçülür. Mesela: Demir madeni ve kömür ithal ederek yurt içinde çeliğe dönüştürülebilir: bu de değerini maliyetinin değerinden daha yüksek bir ürüne yol açar.
    Dünya bankası verilerine göre nüfusu kalabalık Müslüman ülkelerle üst düzeyde sanayileşmiş ülkelerde katma değer oranıları şöyledir:
    Tablo 1
    İmalatta Katma Değer, 1986 (Kişi başına dolar olarak)
    Ülke Katma değer
    Begaldeş …………………..11 Sudan ………………23,Pakistan ….49, Endonezya ………….61 ………..Mısır……87 ………..Türkiye …….253, Cezayir ………..320, ……ABD……..3428, Japonya …….4697
    46 Müslüman ülkeden sadece 24’ü Çimento, 11’i şeker, 6’sı tekstil, 5’i de hafif silah üretirken sadece 5’i ağır sanayiye sahiptir.
    Bilim adamı deyimi 1840’ta Whewell tarafından icat edildi. 20. Yüzyılda bilim yüz binlerce erkek ve kadını mesleği haline geldi. Bilimsel yazarlar sayısı:1976
    Bütün Dünyada…..352 000, Üçüncü dünya ülkelerinde ..19 000, Müslüman ülkelerde 3.300, İsrail’de 6100 .

Araplarla İsrail’in bilimsel verimliliğini A.B. Zahlan araştırdı. Arapların verimliliği İsrail’in sadece %1’i olduğu anlaşıldı. Araplarda GSMH 1967’de 25 milyar dolar iken 1976’da 140 milyar dolara yükseldi, ama bilimsel üretimdeki artış çok çok az. 1967 savaşındaki Arap yenilgisinin büyük ölçüde İsrail ve Araplar arasındaki teknoloji açığına bağlanması düşündürücüdür. O zamanlar bu durumun Arapları bilim ve teknoloji arayışına sevk edeceğine ilişkin spekülasyonlar yapılıyordu ama eldeki veriler bu bu beklentinin gerçekleşmediğini göstermektedir. S.61 Hdbhoy
Pakistan’ın Müslüman ülkeler arasında en ileri düzeyde olan nükleer programı, genellikle ülkenin teknik başarısının bir sembolü olarak kabul edilir. Ülkenin dünyaya duyurulmuş tek önemli başarısı; Karaçi’de konuşlandırılmış, Kanada tarafından beslenen, Konupp reaktörünün, normal bir başarıyla işletilmesi ve bunun için yakıt üretilmesidir. Pakistan’da doktoralı sayısı 1000, Hindistan’da 70 bin.
Pakistan’ın Hindistan gibi gelecekte kendi reaktörlerini planlayıp yapması beklenemez. Bunun sebebi, dış yardım kuruluşlarınca dayatılan, teknolojinin yerelleşmesini önleyip, çok kısıtlı düzeydeki üstün yetenek sahibi bilim adamı ve mühendis sayısının yükselmesinin yolunu kapayan, herkese açık bir beyin göçü politikasıdır.
EĞİTİMDE BİLİM:
Bilimsel araştırma ve gelişme (dolayısıyla, bilimin toplumda bir kurum olarak büyümesi ya da çürümesi, eğitimle kesin olarak bağlantılıdır.
Aslında bir toplumun benimsediği felsefe, kesin ifadesini, gençliğin eğitim biçiminde bulur. Eğitimin toplumda gelişmenin bir aracı mı olması yoksa gelenekleri korumaya mı çalışması sorusu karşımıza çıkıyor.

General Zia ül-Hak’ı iktidara taşıyan 1977 darbesinin ardından, kökten dinci eğilimleri olan siyasi partilerle ittifak kuran askeri hükümet, İslâmlaştırılmış bir toplum ve salt dine dayalı yeni bir milli kimlik oluşturma niyetini ilan etti. Eğitim birden bire bu amaç doğrultusunda kullanılan bir araç haline geldi. Resmi kararnameler yayınlandı. Mühendislik fakültelerine başvurup da Kur’an’ı hatmetmiş olanlara fazladan 20 puan verilmesi. Eğitim kurumlarında kadın öğrencüilerin çarşaf giymelerinin mecburi olması. Bilimle ilgili olan ya da olmayan konular için öğretmen seçiminde dini bilginin bir kriter olarak uygulamaya konması. Alışılmış konuların İslâmî değerleri vurgulayacak şekilde yeniden gözden geçirilmesi.
General Ziya ve yandaşları, İslâmlaştırılmış eğitim kavramlarını büyük bir ciddiyetle uygulamaya koydu, yukarıdaki kararların uygulandı. Ama bu uygulamalar subayları, bürokratların ve zengin yurttaşların çocuklarını gönderdiği pahalı orta dereceli özel İngiliz okullarına hiç dokunmadı. Karachi Grammar School, Alchison College, Burn Hall ve diğer seçkin kurumlar, Batı’da düzeyi daha iyi bilinen okullarınkine eşdeğer bir eğitim muhtevası kalitesine sahip olmakla övünmektedir. Bilim öğretimine ezbere dayalı öğrenme egemendir. Pakistan’da günümüzdeki eğitimin ezberci yapısı, önemli ölçüde, bilginin keşfedilmesi gereken bir şey değil, kazanılması gereken bir şey olduğu ve aklın yaratıcı ve soruşturucu değil, pasif ve her şeyi olduğu gibi algılayan bir tutum sergilediği, geleneksel eğitimden miras kalan tutumlardan kaynaklanmaktadır. S.65.66 HOBDHOY
Harvard Üniversitesinin tozlu raflarında Pakistanlı öğrenci Veli Muhammed Zeki’nin bir doktora tezi var. Kimsenin karıştırmadığı bu tezde görülenler:
1.ABD’deki lise öğrencileri, bilimsel girişimin özünü ve bilimin yöntem ve amaçlarını, Batı Pakistan’daki lise öğretmenlerinden çok daha iyi anlıyorlar. 2.Gerek bilime karşı tutumların, gerekse bilim anlayışının, dine karşı tutumlarla, önemli oranda negatif bir ilişki içinde olduğu tespit edildi. Pakistan’ın bağımsızlık sonrası döneminde eğitim görmüş fen öğretmenlerinin, taksim öncesi günlerde eğitim görmüş olanlara oranla, dine daha fazla, bilime daha az eğilimli oldukları tespit edildi. 3.Mezheplerine daha bağlı olan Ahmedilerle Protestanların, Sünnilere oranla bilime önemli ölçüde daha çok eğilimli oldukları gözlemlendi.
1983’te, Millî Psikoloji Enstitüsü (NIP) çeşitli yabancı ülkelerdeki okul çocukları ile Pakistanlı okul çocuklarının becerilerin kıyaslamak amacıyla bir fen matematik testi uyguladı. Ravalpindi bölgesinde 7-8-9-10 ve 11. Sınıflara (orta dereceli okullara) uygulandı. Sonuç: Denizaşırı ülkelerdeki çocukların altıncı sınıflarında kaydedilen en düşük puan, Pakistanlı çocukların 7-8-9. Sınıflarındaki en düşük puanı geçti. Matematikte 6. Sınıftaki Japon öğrencilerin kaydettiği en yüksek puan 50.2, 11. Sınıf Pakistanlı öğrencilerin kaydettiğini (38.80) geçti.
Netice:11.sınıftaki birçok öğrencimiz, bilim ve matematikte, öteki ülkelerin 6. Sınıf öğrencilerinden daha düşük bir yeterliliktedir. S.68,69 HDBHOY
1985’ten bu yana, Pakistan Bilim ve Teknoloji Bakanlığı, her yıl birkaç yüz öğrenciyi, bilimsel teknik konularda doktora yapmaları için ABD’ye ve İngiltere’ye göndermektedir. Seçilenlerin ülkenin en yeteneklileri olduğu varsayılır. Seçilenlerin düşük niteliklerinden dolayı fena halde başarısızlığa uğramaktadırlar. 1985-1986 döneminde 187 öğrenci doktora için ABD’ye gönderildi. Sadecedokuzu doktor ünvanını kazanabildi. İngiltere’ye gönderilen 191 kişiden 65’i başarılı oldu. S.69
ÜNİVERSİTELER ULSALLIK ÜRETİRSE:
Dinamik toplumlarda üniversiteler, en iyi ve en yaratıcı beyinleri çeken mıknatıslardır. Sadece kuşaklar arası bilgi iletmekle kalmazlar, bilginin sınırlarını genişleterek, topluma, büyümesi için gerekli olan entelektüel dürtüyü verirler. Modern toplum önemli ölçüde üniversitelerinin canlılık ve verimliliğine dayanır, aksi taktirde toplum durağan ve uyuşuk bir hal alır.
Pakistan üniversiteleri uysallıktan başka bir şey geliştirmemiştir. Uysallık, kendisini, bağımsız. Çözümleyici ve yaratıcı düşünmek konusunda kronik yeteneksizlik şeklinde gösteren entelektüel uysallıktır.

Bilimsel ve geleneksel düşünce tarzları arasındaki uyuşmazlık en somut olarak, mucizelerle ilgili tartışmalarda görülebilir. Mucizelerin etki ve varığını öne çıkarabilmek için, Ekim 1987’de başkent İslâmabad’da “Kuran’ın ve sünnetin bilimsel mucizeleri” konulu geniş çaplı uluslararası sempozyum düzenlendi. Ziya ül-Hak tarafından açılışı yapıldı. Uluslararası İslâm Üniversitesi ile merkezi Mekke’de bulunan Bilimsel mucizeler örgütünce ortaklaşa organize edilen ve çok reklamı yapılan konferansa Müslüman ülkelerden birkaç yüz dindar katıldı. Pakistan’da devlet gücünü kullananların kafa yapısını açıkça gösterdiği için Bilimsel Mucizeler Konferans önemli bir olaydı. S.76
Konferans aşağıdaki konular üzerine yoğunlaştı:
1.Bilimsel mucizelerin doğrulanması
2.Bilinen tüm bilimsel gerçeklerin, köklerinin Kur’an’a veya Sünnete uzanması.
3.Metinlere dayanarak fiziksel olaylarla ilgili yeni tahminler yapılması.
4.Laik “Batı” bilimini yerilmesi.
Bugün bilinen her bilimsel gerçek olayın, 1400 yıl öncesinden tahmin edildiğini ve tüm bilimsel kehanetlerin, esas itibarıyla, Kutsal kitabın incelenmesine dayanabileceğini kabul ettirmeyi amaçlamaktadır. Ortaçağda kilisenin yaptığı gibi bir kere daha Teolojiye bilimlerin kraliçesi olarak taç giydirilmektedir. Bu bilim görüşüne, bazı Müslüman devletlerinden, önemli kişilerden birey ve örgütlerin sağladığı sınırsız fonlardan cömert destek gelmektedir. Bunlar modern Batı biliminin meydan okumasına karşı, İslâmî alternatif olarak takdim ettikleri bir şey vücuda getirdiler. Onlara göre sıradan laik bilimin arınmış insanların ülkesinde yeri yoktur. Modern bilim Batı’ya apar topar gönderilmelidir.
Bu konferansın gelip geçici bir olay olduğu sanılmasın diye, birkaç ay öncesinde Karaçi’de benzer özellikli iki konferans ve daha önceleri bu doğrultuda bir çok konferans düzenlendi.
Tebliğ Konuları:
1.Sütün, Nahl Sûresi, 66. Ayetiyle bağlantılı olarak Kimyasal muhtevası.
2.Kur’an’da yüksek bir irtifadaki insanın anlatımı.
3.Kur’an’da yığın şeklindeki (kümülonimbus)yağmur bulutlarının anlatımı.
4,Ateşi gözlemlediniz mi?
5.Kutsal Kur’an’da bazı oşinagrofik olayların açıklanması.
Bunlardan başka 65 tebliğ sunuldu. Oturumlar ciddi tartışmalarla pekiştirildi. Salt bir seyirci olarak bu konferanstan hiçbir şey anlamadım. “Sadece Allah’ın bileceği şeyler üzerine panel tartışması” olarak reklam edilen bunlardan biriydi. Panele katınların ne gibi sırları paylaştıklarını hep merak etmişimdir. S.205-206
İslâmi bilimin şaşırtıcı sonuçları:
Modern bilimin başarılarının anlaşılması zor olduğu söylenir. Belki öyledir. Ama yeni İslâmî bilimin başarılarını kavramak daha da zordur. Mesela:
Mısır’ın ünlü El Ezzher üniversitesinde, yer bilimleri dalında öğretim üyeliği yapan Dr. Muhammed Muttalip, Jeolojik veriler ve olguların Kur’an ayetleriyle ilişkisi üzerinde son derece kapsamlı bir tebliğ sundu. Bu tebliğ sıradan bir bilim adamı için kolayca anlaşılan türden değildi, açıkçası ben de henüz kavramış değilim. Muhterem doktor, “dağları, dünyanın içinde –kökleri vardır ve Allah bu köklerin, bir çadırı yere bağlayan ve onun uçup gitmesini önleyen, tahta kazık misali bir görev görmesini sağlamıştır.” Diyor. Dağlar olmadan dünyanın dönüşünün, her şeyin bir yana uçmasına sebep olacağını vurgulamaktadır. Sonuç tümüyle felaket olacaktır. Dağlar olmadan dünya olmayacaktır.
Bu arkadaş Newton’un yerçekimi dediği olayın gerçekten farkında değildir. Çoğumuzun bildiği sıradan fizik, dünya üzerinde yerçekimi gücünün, merkezkaç gücü büyük ölçüde aştığını anlatmaktadır. Bunun aksi doğru olsaydı, her birimiz, kendi kendimizin uzay gemisi olur ve uzaya uçmaya gidebilirdik. Fizik bilim diyor ki “Dünya yüzündeki tüm dağlar dümdüz edilse bile drünya parçalanmayacaktır.” Böyle bir şey olacağından veya arzu edildiğinden değil, çünkü bu ekolojik bir trajedi olurdu. Önemli olan nokta, dağların çadır çivisi olarak algılanması, mükemmel bir mecaz oluşturabilir, ama somut hiçbir önemi yoktur. Eğer evren sıradan fiziğe göre değil de Muttalip’in olağanüstü fiziğine göre işliyorsa eleştirim temelsidir.

Bilimsel mucizeler konferansında Mısırlı Abdal Fevki, 1976’da Mısır ordusunda görev yaparken, zırh delici tanksavar mühimmatı konusunda edindiği tecrübeye dayanarak, Allah’ın uzay gemilerinde, göklerin yasak bölgelerinde macera aramaya cüret eden insan ve cinleri yok etmek için, boş bakır mermi kovanlarını niyet ettiğine ilişkin çok etkileyici deliller ortaya koydu. Neden patlayıcı dolu olanlar değil de, boş bakır kovanlar? Söz konusu sofu mühendis, (kendisine göre çok inandırıcı bir şekilde) tahrip edici bir şok dalgası birikimine imkân verdiğini savunmaktadır. Bundan dolayı da boş kovanlar yaratıcının seçimi olmalı…
Münafıklık (ikiyüzlülük), toplumumuza özgü bir meseledir. Haziran 1986’da Pakistan Bilim adamları ve Bilim meslekleri derneğince organize edilen “Uluslararası Kur’an ve Bilim seminerinde yiğit bir bilim adamı, münafıklığa ilişkin yeni bir teori ortaya koydu: s.207 Hodbhoy Dr. Erşad Ali bey, bir toplumda münafıklığı hesaplayabildiğini söylediği, matematiksel bir formül bulmuş. BU İslâm bilimcinin çalışması… 208.
İslâmabad’da üç ayda bir yayınlanan “İslâm Dünyasında Bilim ve Teknoloji” adlı dergi yayınlanır. Yazı işleri kurulunda Pakistan bilim müessesesinin ağır topları var. Bazı makale başlıkları şöyle:
1.Bilim teknolojiye değinmeler olan Kur’an ayetleri
2.Cihad’a değinmeler olan bazı hadisler
3.insan ile cin arasındaki ikilik ve kaderleri
Mesela Pakistan Bilim ve Savunma teşkilatında kıdemli bilim adamı Dr. Safdar Cenk Racput’un kafasını cinler çok meşgul ediyor. Cinlerin kökeninin öteki doymuş hidrokarbonlarla birlikte metan gazı olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bunlar yandıkları zaman dumansız bir alev çıkarırlar. Bu sonuç Tanrı’nın cinleri ateşten yarattığına ilişkin bilinen gerçeğin yanı sıra, hiçbir cinin, duman çıkarırken görülmediğine ilişkin bilinen gerçeğe dayandırılmaktadır. Ve Dr. Racput “Cinlerin beyaz ırktan geldiğini söylemekten kendimi alamıyorum” hükmü verir.
İslami Bilim konferansına katılan bir Alman, matematiksel topoloji yoluyla Tanrı’nın açısını hesapladığın iddia etmişti. Açı n/N imiş. n=1415927… ve N tanımlanmıştır. Bu kaçığın Pakistan hükümeti adına misafir edilip ağırlandığı acı gerçektir. Bu ada, yaptığı rezillikten dolayı neden sorgulanmamış olabilir? Saçmalıkları o denli tutarsızdır ki, kimse ne söylediği konusunda bir fikir edinememiştir. Ve yükseklerde uçan kişi sadece o değildi.
BU tür tebliğleri kafadan sakat insanların gevezelikleri olarak görmek mümkündür. Hattâ bu insanlar iyi bir psikiyatristin yardımcı olması önerilebilir.
Moren bilim, kişinin, fiziksel evreni rasyonel bir şekilde kavramak için başvurduğu, bir kesin kurallar demetidir. Bilimsel gerçeklerin doğrulanması için ilahi bir otoriteye başvurma yoktur. Bazen bilim adamları, kişi olarak derinden dindar olur ve ev evrenin amacı, düzeni ve kesinliği karşısında etkilenir. Moren bilimin kurucuları sayılan Galiel ve Newton, Hırstiyan kilisesinin inanç ve uygulamalarına uyan çok dindar kişilerdi.
Pakistan bilim müessesesinin önde gelenlerinden, Kaidei Azam Üniversitesi Fizik bölümü eski başkanı, uluslararası kuruluşlarda Pakistan’ın temsilciliğini de yapmış olan Dr. M.M.Kureyşi, namazdan kazanılan toplam sevabın hesaplanabileceği bir formül bulduğunu ilan etti. Ekli cetveldeki sistem… Dr. Efendi haklı mıdır kimse bir şey söyleyemez. Bunu anlayabilmek için kıyameti beklemek gerekmekte. AMA bu teori ve formülün bilimle ilgisi olmadığı kesindi. Çünkü bununla ilgili bir deney gerçekleştirilemez. S.212
Kaynak: İslâmî Bilim Konferansı Oturumları 1983, Cilt 2, Sayfa 255 . Çizim ve formüller bilgiyi veriyor…
Ateşli cinleri yakıt olarak kullanıp, Pakistan’ın enerji meselesini çözümlemeyi öneren Kutsal Kuran araştırma Vakfı Başkanı S.Beşirüddin Mahmud’a (üst düzey Pakistanlı bilim adamı) ne demeli? Tanrı’nın ateşten yarattığı cinlerin, enerji sorunuyla kuşatılmış bir dünyada, bir enerji kaynağı olarak kullanılması gerektiğini önerdiği, yayınlanmış bir tebliğinden kaynaklanmaktadır. (İslâmi Bilim Konferansı 1983) Sn.Mahmud sözcüklerini dikkatle seçerek, cinlerin enerjiden oluştuklarını ve Hazreti Süleyman’ın bunları kendisi için nasıl çalıştırabileceğini düşündüğünü anlatmaktadır. “Sanırım ruhlarımızı değiştirirsek onlarla iletişim kurabiliriz” diyor. S.223 Hodbhoy
İslâm irfanının büyük adamlar (İbnî Sîna, Ömer Hayyam İbnî El-Haytam v.b.) bu gün yaşıyor olsalardı, muhtemelen “İslâmî bilim” denen şeyleri görmekten derin bir utanç duyarlardı. Bu bilginler dinlerine derinden bağlı Müslümanlar olmalarına rağmen, esasen laik karakterli bilimi uyguladılar. Ağızlarında boş şeyler gevelemek işleri değildi. Ne de Münafıklığın ya da sevabın matematiksel eşdeğerlerini bulmaya çalıştılar. Bunların yerine önemli fiziksel yasaları elde keşfedip yeni kavramlar yarattılar. BU gün Nasüriddin El Tusî trigonometrisi, Ömer Hayyam kübik denklemlerle ilgili çözümüyle, Cabir İbnî Hayyan kimyasal cihazının marifetiyle, el Cezerî karmaşık makineleriyle hatırlanmaktadır. Onların bilim gerçekmle ilgileniyordu. Dünya tarihindeki yerleri sağlamdır. BU sebepledir ki, köktenci kesim onları hiçbir zaman bağışlamadı, Çizgi dışında kalanlar, imansızlar olarak damgalayıp kınadılar. Müslüman kültürünün bu kahramanlarının, sık sık, kâfir Hıristiyanlarca ya da Moğol sürülerince değil, köktenci Müslüman ulemanın, bilim karşıtı çok tehlikeli bir kesimince tehdit edildiği bugün hemen hemen unutulmuş bir gerçektir. S.217 Hodbhoy
Bu İslâmî bilim denilen şey Pakistan’a özgü bir durum değildir. Mısır, Suudi Arabistan, Malezya, özellikle bu olaya etkin .ir şekilde katılan ülkelerdir. Ayrıca bu bilimin temsilcilerinin geleneksel ulema değil, bilimsel alanlarda üst düzey dereceler taşıyan kişiler. Hiç birinin mesleki başarıları olmamasına rağmen çoğu Batı’da eğitim gördü. İslâmî bilim, çetin bilimsel işlevleri yerine getirmekten kaçanlara bir sığınak olmaktadır. Bunun kişisel kazanım ve yükselmek için bir oyun olduğu kesin. Atamalar, terfiler, yolluklar vb. başlıca ödülleri oluşturur. Suudi etkeni hiç de küçümsenecek türden değildir. Bu bitip tükenmeyen peşin para deposu harikalar yaratmaktadır. S.218
İslami bilimin kökeninde, köktenci ulema ile Pakistan’ı İslâm adına yönetenler arasındaki tarihsel uzlaşma yatmaktadır. Bu dini duygunun hesaplı bir şekilde namussuzcasına yönlendirilişinin bir parçasıdır. Devlet himayesi olmadan İslâmi bilim olmazdı. Devlet sadece yarı gönüllü ortaktır. Üst düzey hükümet görevlilerinin İslami bilimin etkinliklerini finanse ettikleri, toplantı ve konferanslarında debdebeli konuşmalar yaptıkları doğrudur. Ama kendi aralarında bilimi İslâmlaştırma fikrini alay konusu yapmaktadırlar. Modern analitik yöntemlerin üstünlüğünü kabul etmekte, sağlık sorunlarını geleneksel hekimlere değil, doktorlara götürmekte,, çocuklarını orta dereceli Urdu okullarına ya da medreselere değil, sürekli olarak İngiliz orta dereceli okullarına göndermektedirler. 218-

Bazılarının İslâmi bilim denen furyaya katılmak için itişip kakışmakla meşgul oldukları inkâr edilebilir mi? 222
Wall Street Journal/ 13 Eylül 1988 “Nükleer mühendis olan Sn.Mahmud, gündüzleri nükleer santrallar için sızıntı tespit sistemleri dizayn etmekte. Geceleri de İslâmî kuramlar uydurmaktadır.”
YAĞMUR DUALAR/NAMAZLARI:
Hava tahmini yenilikçi ve köktenci görüşlerin çatıştığı bir başka konudur. Yenilikçilere göre yağmur duası, yağmur yağması için sadece güçlü bir arzunun ifadesidir v e kimse Tanrı’nın bunları duyarak, fiziksel yasaları askıya almasını bekleyemez. Birçok Müslüman ülke uydularca beslenen verilere ve sıvı fiziğinin denklemlerine dayanarak hava tahminleri yapan modern meteoroloji üniteleri bulundurmaktadırlar. Hava tahminleri basın tarafından düzenli olarak yayınlanır. S.77 Köktenci kesimden bir çoğu yağmurun öncedern tahmininin, insanın yasal olarak bilebileceklerinin dışında olduğunu, doğaüstü alemin sınırlarını zorladığını savunmaktadır. Bunun sonucu olarak 1983-1984 yılları arasında, hava durumu tahminleri Pakistan basınınca askıya alındı. Bunlar daha sonra yeniden yayınlanmaya başladı. S.78
….Ufukta kuraklık görüldüğü zaman Suudi Arabistan hükümeti, özel yağmur namazları düzenlemektedir. General Ziya hükümeti bu uygulamayı Pakistan’da canlandırmıştır. Özel namazlara genellikle onbinlerce mümin katılmaktadır.
Batlamyus Sistemi, Suudi Arabistan’ın, Medine Üniversitesinin ünlü başkanı ve 1982 Kral Faysal ululararası İslâma Hizmet Ödüül sahibi Şeyh Abdülaziz İbni Baz’a ilham kaynağı olmaya devam etmektedir. Şeyh aynı yıl “Cereyan el şems ve El Kamer ve Sükûn El-Arz” adlı bir kitap yazdı. Bunun karşılığı “Güneşin ve ayın hareketliliği ve dünyanın durağanlığı”dır. Muhterem Şeyh, Dünya evrenin merkezidir ve ve Güneş onun çevresinde döner diyor. Daha önceki bir kitabında, geleneksel çizgiden ayrılanları, aleyhlerinde “Tekfir Fetvası” (imansızlıkla suçlayan, aforoz niteliği taşıyan fetva) çıkarmakla tehdit etmişse de, bu tehdide yeni baskına yer vermedi.s.79
Bilimin inanç üzerindeki zaferine mutlak gözüyle bakılıyor olsa bile. bugün bu savaşın kazanılmış olduğunu söylemek son derece güçtür. Trajik sonuçlar nadiren haber olmaktadır. İşte 1983’te meydana gelen Hawkes körfezi olayı. Soğuk bir sabah, bir köylü kızının rüyasından esinlenen Kuzey Pakistanlı yüzlerce köylü, Karaçi’nin bir sahilinden Umman denizinin fırtınalı sularına atladı. Irak’taki Kutsal Kerbela’ya hacca hacca gitmeyi uman köylüler, denizin kendilerine emin bir geçiş sağlayacağı konusunda ikna olmuşlardı. Otuzdan fazla ceset bulundu. Sağ kalanlar ülkeyi pasaportsuz terk etmeye çalışmakla suçlanarak tutuklandı, sonra salıverildi. Bu hacca gitme girişimi birkısım nüfuzlu ulema tarafından göklere çıkarıldı. Bir yardım kampanyası açıldı ve sağ kalanlar hava yoluyla hacca gönderildi. Bu olayda önemli olan bu talihsiz girişimin halktan gördüğü toplumsal destek ve topladığı övgünün miktarıdır. .80
GERİ KALMIŞLIĞA KRAŞI MÜSLÜMANLARDAN ÜÇ AYRI TEPKİ: 82
“İslâm’da, bilim ve teknolojinin, bugünkü haliyle gelişmemiş olması, iddia edildiği gibi bir çöküş işareti değil, İslâm’ın herhangi bir türdeki bilgiyi tamamen laik olarak kabul etmeyi reddetmesinin bir işaretidir.” Seyid Hüseyin Nasır
Birçok Müslüman ülkede benzer gayri-müslim ülkelere oranla bile, bilim ve düşüncenin gelişmesindeki yavaşlığı saklamanın imkânı yoktur. Batı’nın teknolojisine ve bilgisine en çaresiz şekilde bağımlı olanları Müslüman ülkeleridir. Acı gerçeği görmezlikten gelmek ve hayallerle kendimizi avutmaktansa, bilimin, teknolojinin neden yavaş geliştiğini veya hiç gelişmediğini araştırıp bulmak bizim için çok elzemdir.
Batılılar dinimizi de kötüleyebilmek için buna sebep olarak İslam’ı göstermekten büyük zevk almaktadırlar. İslâm devletlerinin bilimdeki geriliği, İslâm’ın temelde bilime düşmanı olduğu, modern bilimi kabul etmediğinin delili diye gösterilmektedir. İngiliz misyoneri İngiltere’den savaş gemisini teslim almaya giden Türk subayına “Protestanlığı bir kabul edin göreceksiniz nasıl hızlı kalkındığınızı “dedi. Batılı oryantalistler, İslâm’ın kaderciliği doğurduğu, gelecekten çok geçmişe yönelik olduğu ve yeni araştırmaları, buluşları engellediğini savunurlar. İslâm kılıçla yayıla şiddet dinidir, sofuluktan yoksun, hem bu dünyada, hem öbür dünyada cinsel arzulara hitap etmek suretiyle taraftan toplayan bir din gibi gösterirler. Oryantalistler, İslâm’ın bilimsel kültürü reddettiğini, İslâm’la yenilikçiliğin temelde çatışma içinde olduğunu söylerler. Durumdan istifade ederek psikolojik düşmanlık göstermekteler. “İslâmî terör, İslâmafobya” gibi deyimleri icat eden, bu konularda sempozyumlar düzenleyen Batı, bizim bilime olan ilgisizliğimizi çok iyi değerlendirip gençlerimizi İslam’dan soğutmaya çalışmaktadır. İslam ülkelerindeki Batılılara ait orta dereceli okulları inceleyenler bunun ne demek olduğunu çok iyi anlayacaktır. Hz. İsa’nın, İncil’in göklere çıkarılıp Hz. Muhammedin ve Müslümanlığın kötülendiğini bilmeyenler misyoner faaliyetleri hakkındaki yayınları inceleyebilirler. S.82 RB
Batılıların “Müslüman dediğin geri kafalı olur.” Yaklaşımı Müslümanları yaradığı için reaksiyona sebep olmaktadır. İslami çok sevdiğini, İslamiyet için kul köle olmaya hazır olduğunu söyleyenler bu aşağılamalara karşı sert tepki vermek yerine “İslâm Biliminin altın çağlarındaki araştırma, öğrenme, bilim üretme” gibi konulara odaklanabilseler İslâm’a daha yararlı olurlar. Dünyada insanlığın ilk gününden bu yana güç en büyük etkendir. Gücünüz yoksa sizi dinlemezler. Adaletten bahsetmenizi duymazdan gelirler, hattâ gizlice veya açıkça gülerler. Gücün, zenginliğin bilimden başka kaynağı olmadığına göre yaplacak olan açık.
Pakistan’daki Amerikalı Musevi iken İslam dinini seçen veya seçtiğini söyleyen Meryem Cemile’nin tavsiyesine bakın: “Tüm yenilikçi ideolojiler insana tapınma özelliğini ihtiva eder. İnsana tapınma genellikle, bilim kisvesi altında belirmektedir. Yenilikçiler, bilimsel bilgide kat edilecek ilerlemenin en sonunda kendilerine Tanrı’nın güçlerini bahşedeceğine inanmaktadırlar. Modern bilim, hiçbir ahlâki değerle yönlendirilememekte, ama yalın bir maddecilik ve haddini bilmezlikle yönlendirilmektedir. Bilimin bütün dalları ve uygulamalarına aynı kötülük bulaşmıştır. Bilim ve teknoloji tümüyle, mensuplarının el üstünde tuttuğu idealler ve değerler bütününe bağımlıdır. Ağacın kökleri çürükse, ağaç da çürüktür, o halde üzerindeki tüm meyveler de çürüktür.” (Meryem Cemile, islam and Modernism- İslam ve Modernizm. Lahor Muhammed Yusuf Han, 1977) s.16-17 Pervez hodbhoy S.85 Oh ne alâ memleket diye buna derler. Hanımefendi boşuna Müslüman görünme görevini üstlenmemiş. Meryem Cemile, “Gelenek tüm iyiliklerin ve tüm sorunların çözümünün bulunabileceği yerdir” diyor ve modern bilimin sürekli olarak ilerleme ve değişimi vurgulamasını kınıyor. “İslâm toplumunda, özgünlük, yenilik v edeğişim, hiçbir zaman doğal değerler olarak kabul edilmemiştir. İslâm kültürünün ideali mekanik ve evrimsel bir ilerleme değil, Kur’an ve sünnetin, kalıcı,. Doğa üstü, Tanrı tarafından bildirilmiş, ahlâki, teolojik ve manevi değerlerdir.” A.g.e. Meryem Cemile’ye göre Batının teknolojik üstünlüğünü yakalamak ne gerekli ne de arzu edilebilir bir hedeftir.
AL BİR KAHRAMAN DAHA – Ebul Ala Mevdudi
İslam cemaatinin kurucusu ve çağımızın en nüfuzlu İslâm düşünürlerinden biri olan Mevlana Ebul Ala Mevdudi de, Batılı düşünürleri şiddetle eleştirmektedir. İslâmi eğitim konulu bir konferansında, coğrafya, fizik, kimya, biyoloji, zooloji, jeoloji ve ekonominin, Allah’a ve peygamberine atıf yapılmaksızın öğretildiğini, bu yüzden bir hakikatten sapma kaynağı olduğunu ifade etmişti.
“Modern eğitimin ve âdetlerin üzerinde derinlemesine düşünülünce, bunların, İslâmi eğitim ve adetleriyle olan çelişkisi birdenbire ortaya çıkar. Genç dimağlara, evreni Allahsız açıklamaya çalışan felsefeyi öğretmeye çalışıyorsunuz. Onlara mantıktan yoksun ve duyuların esiri olan bilim öğretiyorsunuz. Onlara, hem ruh, hem maddede, İslâm’ın öğretilerinden farklı olan, ekonomi, hukuk ve sosyoloji öğretiyorsunuz. Bu durumda, onlardan, halâ daha, İslâmi bir görüş açısına sahip olmalarını nasıl beklersiniz.? Ebul Ala Mevdudu (Taalimat (Lahor, İslamic Publishers) S. 20.
…İslâm Cemaatinin entelektüel merkezi olarak hizmet veren Siyaset Araştırmaları Enstitüsü (IPS) Mevdudi’nin bilgeliğinden esinlenerek, bilim yeniden tanımlama ve uygun bir şekilde İslâmlaştırılmış fen bilgisi kitaplarının yazımı için yol gösterici ilkeler hazırlama görevini üstlenmiştir.
Birkaç Örnek:
1.Hiçbir olay ya da gerçekten, Allah’ın cömertliğine ve yardımseverliğine değinilmeksizin söz edilemez. Mesela, 3. Sınıf çocuklarına yönelik bir fen bilgisi kitabı yazılırken, “Bir hayvan gıda almazsa ne olur? Gibi bir soru sorulmamalı, bunun yerine
2.Bir fen bilgisi kitabı, İslâm’ın, hayatın tek düsturu olduğuna kuvvetle inanan ve Kur’an ve sünnete iyice hakim olan bir kişi tarafından yazılmalıdır. Bu konuda her türlü titizlik gösterilmelidir.
3.Etki fiziksel etkene bağlanmamalıdır. Böyle yapmak ateistliğe yol açar. Örnek: Enerji değişime sebep olur” at başlığı gizli bir zehir içerir. Çünkü enerjinin Allah’tan daha gerçek bir etken olduğu izlenimi verir. Aynı şekilde hidrojeni oksijenle karıştırmanın, kendiliğinden suyu meydana getirdiğini öğretmek de gayri İslâmidir. Bunun İslâmi izah tarzı şöyle olmalıdır: Hidrojen atomları oksijen atomlarına yaklaştıkları zaman Allah’ın iradesiyle su meydana gelir. (KİMİYA Ki Tadees Ka nazriati Pehloo (İslamabad , Inst. Of.Pol. Studies,1982) s.27
4.Bir ders kitabının, söz gelimi kimya kitabının ilk bölümü mutlaka şu başlığı taşımalıdır. “Kutsal Kur’an ve Kimya” Her bölüm uygun bir Kur’an ayeti ya da hadisle başlamalıdır.
5.Hiçbir yasa, ya da ilke, bilim adamlarının adlarını taşımamalıdır. Örneğin, Newton yasalarından, Boyle yasasından söz etmek gayri İslâmidir, zira böyle bir şey, Şirk ( çok tanrıya tapınma) ile eşdeğerdedir. Yasaları bu şekilde adlandırmak, bu yasaların söz konusu bilim adamlarınca keşfedildiği yerine, yaratıldığı izlenimini verir. (a.g.e)
6.Allah, fen sınıflarına tanıtılmalıdır. Fen bilgisi kitaplarımız, Allah’ın varlığı ve öteki dünya lehinde tezler ortaya koymalıdır. Bu konuların incelenmesi İslâmiyetin değil, bilimin incelenmesi olarak ele alınmalıdır.
7.Mevlana Mavdudi’nin Tefhim-ül kuran’ı, (Kuran’ın yorumlaması) bir zooloji dersinin başında yol gösterici olarak kullanılmalıdır.
8.Tm bilimlerin İslâmi dönemde doğduğu kabul edilmelidir. Nükleer fizik, köklerini İbnî Sina’ya, Kimya ise Cebir İn Hayyan7a borçluydu vs. Yunanlılar deneysel bilim hakkında hiçbir şey bilmedikleri için değinilmeye layık değildirler. (Doğal bilimler müfredatı planlaması: İslami Bakış Açısı. İslamabad s.8)
Siyaset araştırmaları enstitüsünün tavsiyeleri iki kısa yorumu hak ediyor: Bilimin temel varsayımının özellikle reddedildiği. Maddeyi harekete geçirenin, fiziksel durumlar değil, sürekli ilahi bir müdahale olduğu savunulmaktadır. Tavsiyelerin hiçbir yerinde, çocukların meraklarını canlandırmaya, sorgulayıcı bir tutum geliştirmeye yönelik çağrı yok. Köktenci doktrinde gerçek bilimin hiçbir söz hakkı yok. Kapalı, statik ve kaderi önceden çizilmiş, bir evrende bunun ne yararı var zaten?
İslam cemaatinin bilim ve yenilik konusundaki tutumu, köktenci görüş açısının genel özelliğidir. Öteki köktencilerle birlikte, Mısır’da zamanın devlet başkanı Cemal Abdül Nasır tarafından astırılan, Müslüman Kardeşler Örgütü üyesi Seyid Kutub, bilimle ilgili görüşlerini Fi Zalal-ül Kur’an (Kuran’ın gölgesi) kitabında yansıtmıştı. Unlar hemen hemen cemaatinkilerle aynı olup tartışmayı gerektirmemektedir. S.89 Hodbhoy
Sör Seyyid Ahmet Han: 1817-1879)
1857’de İngilizlere karşı girişilen ayaklanmanın başarısızlıkla sonuçlanması ve bilahare Hintli Müslümanların geçirdikleri sıkıntı onu, İslâm’a yeni bir yorum getirmeye itti. Müslümanların “seyis yamağı, aşçı, hizmetkâr, oduncu ve su taşıyıcının dışında bir şeyler olabilmeleri için ciddi tedbirler gereklidir.. Gerilik, batıl inançlara ve geleneğe körü körüne bağlı kalıp mantığı reddetmenin doğrudan bir sonucudur.
“Araştırmacı dimağım beni hiç bırakmadı… Onun sayesinde, benim arı İslâm olduğuna inandığı, gelenekçi Müslümanların da arı imansızlık olduğuna inanmaları muhtemel gerçeğe ulaştım.
Şeyh Ahmet Sirhindi ve öteki nüfuzlu dini simalar, Müslümanların eğitiminin yalnızca dini çizgiler doğrultusunda olması istemiyle, matematik ve laik fen dalları aleyhinde fetvalar çıkarmışlardı. Bu görüş karşısında eden Seyit Ahmet Han şunları yazdı:
..Dünyanın hareketinin veya onun güneşe yakınlığının teyidini ya da reddini nerede araştırmalıyım? Bu yüzden bu kitapları okumamak okumaktan bin kere daha iyidir. Evet, eğer bir Müslüman gerçek bir muharip olacaksa, onun korkusuzca muharebe alanına gelmesini ve atalarının Yunan felsefesine yaptığını, Onun da Batı bilim ve modern araştırmacılığa yapmasına izin verin. İşte o zaman dini kitapların gerçekten bir yararı olacaktır. Papağan gibi bir şeyleri salt tekrarlayıp durmanın yararı olmayacaktır. ..Seyit Ahmet Han Maakulatı Sör Seyit Cilt1. Lahor, Meclis-i Terakki-yi âdab, 1962) s.97-8
.Seyit Ahmet Han’a göre Kur’an, bilimsel bilgiler bulunacak bir kitap değildi; ahlâki rehberlik amacna yönelik bir kitaptı. S.911. Hodbhoy.

Seyid Emir Ali (1849-1924)
Seyid Ahmet Han’ın kararlı bir müridi. Gerçek İslâm’ın devrimci, akılcı ve ileriey yönelik olduğunu ispat için İslam’ın ruhu adlı eseri yazdı. Pe çok kereler basıldı. Kutsal KUR’AN VE Peygamberin söyledikleri bilgiye büyük değer verir. Görüşleri:
Bilgi, bilimi içine alacak şekilde anlaşılmalıdır. İlk Müslümanları bilimsel incelemeye sevk eden şey budur.
Aristo felsefesi ve akılcı düşünce tamamen İslâm’a uygundur. Mutezileci hareket, zaman zaman çizmeyi aşmasına rağmen, sempatiyle karşılanmalıdır. İslâm felsefeci ve bilim adamları (Kindi, Farabi, İbni Sina, İbn Haytam, İbn Rüşt) İslam’ın gerçek kahramanlarıdır.
İslâmi bilimin ve kültürün çökmesine sebep olanlar, fanatikler ve katı dogmacılardır. Seyit Emir Ali, bu durumun başlıca sorumluları olarak, el Eşari’yi, İbn Hanbel’i, Gazzali’yi ve İbni Teymiye’yi göstermektedir.
Bilim Batı’dan İslâm’a geri getirilmelidir, BİLİM İslâm’a yabancı bir şey değil, gayri İslâmi hiç değildir.
Seyit Emir Ali, hatiplere yaraşır bir şekilde şunu sorar: Müslümanlar arasında bilim ve felsefe neden ölmüş ve bunların yerini neden mantık karşıtı ve Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki doktrinciliği hatırlatan bir akım almıştır? İslam, müceddid (savaşçılar)dan ve yanlış yorumlamalardan kurtarılmalı. Müslümanların şimdiki durumunun, Kilisenin, çizgiden ayrıldıkları gerekçesiyle binlerce insanı ateşe göndererek, Luther’in başkaldırısına kadar bilimin ölümcül düşmanı olduğunu kanıtladığı, Avrupa’nın ortaçağ çok benzediğini savundu. S.93
Beşyüzyıl boyunca, İslâm insanlığın öözgür entelektüel gelişimine yardımcı olmuştur, ama daha sonra oraya çıkan gerici bir hareket sonucu. İnsan düşüncesinin tüm akışını birdenbire değiştirmiştir. Bilim ve felsefeyi gelitirenlerin, İslâm’ın sınırları dışında oldukları ilan edildi. Sünni kilisesinin, Roma kilisesinden bir ders çıkarma imkanı var mı/ Onun da benzeri şekilde genişlemesi ve çok yönlü olması mümkün değil. mi? Hz.Muhammedin öğretilerinde bunu önleyen bir şey yok. İslâmi Protestanlık, aşamalarının birinde, (mutezilecilik) bunun hazırlığını yapmıştır bile. Büyük sünni Kilisesi eski engelleri neden silkip atmıyor. Neden yeni bir hayata başlamak için yükselmiyor? Pervez Hodbhoy s.94 Seyit Emir Ali İslâmın ruhu s.454

Seyit Ahmet Han ile Seyit Emir Ali’nin bilim ve felsefeyle ilgili ateşli savunmaları, sosyal önemi olan konularda genel bir liberalizmle bağlantılıydı. Poligamiyi (çok eşliliği) ve peçe kullanılmasını modern çağa uymayan uygulamalar olarak reddettiler. Cihad’ı aslında enetelektüel bir savaş anlamına geldiği şeklinde yorumladılar; Kutsal peygamberin düşmanlarıyla yalnızca meşru savunma amacıyla çarpıştığını vurguladılar, hırsızlığın cezalandırılması için elin kesilmesinin ya da zinayı cezalandırmak için taşlayarak öldürmenin, sadece hapishanesi olmayan kabile toplumları için olduğunu belirttiler.
Ve sonra saçma sapan bir düşüncesi var: “Kur’an dilinin çölün sıradan insanları için uygun bir üslupla yazıldığı” gibi.
Pervez Hodbhoy bu saçmalığa haklı olarak şu notu düşüyor: “Çeşitli güçlerin aynı anda etkili olduğu gözükmektedir.” Batıya iyi görünme dürtüsü gibi…
Bu arada köktenci kesimin bütün öfkesini üzerine çekti. Kendisinin kurduğu Aligarh Müslüman Üniversitesi boykot edildi. Ulema tarafından aleyhinde saygısız (ilhat) Tanrıtanımazlık) ve küfür (imansızlık) fetvalar çıkarıldı. İslam düşmanı olarak ilan edildi. Ancak Müslümanların çıkarlarını savunmalı, gelecek kuşaklar için, adının muhafazasını sağladı.
Pargmacı çizgi:
Müslüman prgmacının, günümüz Müslümanları arasında, sessiz çoğunluğu oluşturduğuna ilişkin ortada ezici kanıtlar var. Din ve inancın gerekleri, siyasal ve ekonomik hayatın doğrudan doğruya ilgili olduğu konular ya da bilim ve laiklik bilgiyle temelde ilgisizmiş gibi davranan pragmacılar, İslâm ve modernliğin gelişmediği konusunda belirsiz kanaat beslemekle beraber bu gibi konuları yakından incelemeğe eğimli değiller.
Seyyid Cemaleddin Afgani (1838-1897) yenilikçilik ve bilim yanlısı pragmacılara ilginç bir örnek oluşturmaktadır. İslâmı sömürgeci Batı’ya karşı birleştirici bir güç olarak vurguladı. Müslüman kitlelere, yabancı boyunduruğuna direnmelerinde ilham kaynağı oldu, hedef gösterdi, gurur aşıladı. Afgani İran’ın Esabad şehrinde doğdu. İlkokul yıllarında İbni Sina gibi İslâmı akılcı felsefecilerin eserlerinden etkilendi. 1870’de İstanbul’da din ileri gelenlerinin baskısı altında istanbul’dan ihraç edildi. Suçu, kehndini modern bilimin öğretilmesine adamış yeni bir üniversite olan Darülfünun’u savunmasıydı. Cemaleddin Afgani’nin, modern bilimin gücüne derinden aşık olduğu ve Batı’nın kudretinin sırrını öğrenmeye can attığına kuşku yoktur.
1882’de Kalküta’da verdiği konferansta şunları söyledi:
“Kişi meseleye derin bir şekilde baktığında, bilimin dünyayı yönettiğini görecektir. Dünya’da bilimden başka hükümdar olmamıştır, halen yoktur ve gelecekte de olmayacaktır… Bilimin yararları ölçülemeyecek kadar çoktur. Ulemamızın Sadr ve Şems el Beria’yı okumalarına ve kendilerini, mağrur bir edayla bilge olarak takdim etmelerine rağmen, sol ellerini sağ ellerinden ayırt edememeleri ve “biz kimiz ve bizim için doğru ve yuğun olan nedir? Sormamaları tuhaftır. Elektriğin, buharlı geminin ve demiryollarının etkenleri nedir hiç sormuyorlar. Bu zamanda bizim ulema; ne çevresini aydınlatan ne de başkasına ışık tutan, ucunda küçük bir alev bulunan, çok dar bir fitil gibidir. İşin en tuhaf yanı ulemanın bugünlerde bilimi ikiye ayırmasıdır. Birine Müslümanların bilimi, ötekine de Avrupalıların bilimi demektedirler. Bu yüzden, başkalarının bazı yararlı bilim dallarına öğretmelerini yasaklıyorlar. S.97 Hodbhoy
Cemalettin Afgani 19.yüzyılın ünlü Fransız İslâm bilimcisi Ernest Renan ile yaptığı görüş alışverişinde olduğu kadar açık değildir. Müslüman davalarının ateşli bir savunucusuyla, ateistliği ve tüm dinlere düşmanlığı ile tanınan bir Batılı arasında ki tartışma bir kilometre taşıdır. Bu tartışma bütün İslâm dünyasında çarpıtılmıştır. Renan, İslâm’ı bilime düşman olarak tanımladığına göre, Afgani’nin, İslâm’ın bilimsel ruhun dostu olduğu şeklinde bir karşılık verdiği varsayılmaktadır; bu yanlış bir zandır. Afgani’nin son zamanlarda çevrilen tebliğleri, Müslüman kitlelere başka, Batı’ya oldukça başka bir yüz gösterdiğini ortaya koymaktadır.
Renan’ı genel olarak tasdik eden Afgani, şöyle söylüyor: “Gerçekte Müslümanlık dini bilimi bastırmaya ve ilerlemeyi durdurmaya çalışmıştır. Esasında gerçek bir mümin, bilimsel gerçeği kendilerine amaç edinmiş çalışmaların çizdiği yoldan sapmak zorunda. Sabana koşulmuş bir öküz gibi kölesi olduğu dogmanın boyunduruğunda, yasanın yorumcuları tarafından, kendisi için önceden çizilen karıkta, sonsuza kadar yürümek zorundadır. Ayrıca, dininin tüm ahlâkı ve bilimleri içerdiğine inandırılmış olduğu için, kendisin ona sımsıkı bağlar ve ötesine geçmek için hiçbir çaba harcamaz. Tümüyle ona sahip olduğuna inandıktan sonra, gerçeği aramanın ne yararı olacaktır…. Bundan dolayı da bilimi hor görmektedir. (Afgani’nin Renan’a cevabı s.86-87)
Bu mektubu Afgani’yi küçük düşürmek için başkasının yazdığı iddia edilse de Afgani bildiği halde ben yazmadım, bu mektup benim değil demedi. S.98
Afgani, Seyit Ahmet Han’ı, İngilizlerin dinine girmeye çalışmakla itham etti. Ahmet Han’ın Tevrat ve İncil’in tahrif edilmemiş olduğuna dair yazdığı kitapları delil gösterdi ve İngilizlerin yardımıyla bir islam Kolej kurmasını eletirdi. Seyit Ahmet Han’ı çizgi dışına çıkmakla suçlamak İngiliz karşıtı, köktenci ulemanın desteğini sağlamanın garantisiydi.
Afgani belki de, dini duyguların, kitleleri seferber etmede muazzam bir güç oluşturduğunun farkında olan ilk önemli modern pragmacı idi. Ötekiler dini siyasi bir güç olarak kullanmaktansa, onu ekonomik ve siyasal hayattan ayırmaya önem verdiler. Atatürk Türkiye’sindeki pragmacıların oluşturduğu örnek başta gelir. Devrim günlerinde Ziya Gökalp tarafından icat edilen resmi bir sloganda şöyle deniyordu: “Türk milletine, İslâm dinine ve Avrupa Uygurlığına ait ol” Aslı Türk milletinden, İslam ümmetindenim, garp Medeniyetindenim….” S.99
Müslüman toplumların, yenilğin gereklerini kabul etme yetenek ve iradelerinin, son on yılda önemli ölçüdre aşındığını saklamak imkânsızdır. s.100
İslâm’da bilim ve uygarlığın geleceğini belirleyecek seçim, sessiz çoğunluğun sesini yeniden yükselterek, sivil toplumun denetimini söke söke geri alması, ya da baş gösrmekte olan geçmişi canlandırma harektİslami Bilimin üç temsilcisi: s,103inin korkunç saldırışa boyun eğmesi gerekmektedir..s.100
.İslami bilimin üç temsilcisi s.103
Depremlerin ve yanardağ patlamalarının neden meydana geldiği; güneşin nasıl ışıdığı ve dünyanın onun çevresinde nasıl döndüğü; rüzârın esmesine, yağmurun yağmasına neyin sebep olduğu; salgın hastalıkların nasıl başgösterdiği, ve bunlarla nasıl mücadele edileceği gibi konuları açıklamak, Ortaçağ biliminin gücünün ötesindeydi.
Cehaletin koyuluğu; Ortaçağ Avrupa’sında, içinde yaşadıkları topluma Tanrının gazabını getirmekten sorumlu tutulan Yahudilerin, her salgın hastalık patlak verdiğinde, Hıristiyanlarca kitleler halinde katledilişinde açık seçik görülmektedir. S.111.Pervez hodbhoy
Ortaçağ inancına göre insanlık tarihi ritmik iniş çıkıştı: Ne zaman bir toplum fazla zeki ya da güçlü olursa. İlahi takdir, dünyayı periyodik olarak mahfeden, depremler, salgın hastalıklar ve seller şeklinde kendini gösteriyordu. Bu tür felaketler iki amaca hizmet ediyordu, insanları günahlarından dolayı cezalandırmak ve onlara Tanrı’nın hiçbir zaman bu dünyaya müdahale etmekten vazgeçmediğini hatırlatmak. S.113
Ortaçağ simyacıları, bazı metalleri altına dönüştürmenin yollarını aradılar. Bunda başarısız oldular. Ama birçok kimyasal ilke keşfedildi. Bu yöndeki güdünün insanın doğal merakından kaynaklandığı açıktır. 113
Ziyaeddin Serdar: 116 Pakistan doğumlu İngiltere’de yaşayan göçmen, İslam ve bilim üzerine altı kitabı var. New Scientist adlı saygın dergide “İslâm’ın neden İslâmî bilime ihtiyacı vardır?” başlığı altında yayınlanan makalesinde Serdar, günümüz Müslümanlarını bekleyen en acil görevin, İslâmî bilim arayışı olduğunu ilan etti. Öyle görünüyor ki Müslümanların son derece düşük eğitim düzeyi, temel bilime genel yabancılıkları ve Batı teknolojisine tam bağımlılıkları, Serdar için en az aciliyet taşıyan kaygı sebepleri olmaktadır.
Batılı diye tanımladığı bilimin yalnızca zararlı olması sebebiyle değil, epistemolojisinin (bilginin kapsamı ve kaynağı) temelde İslâmî görüşle çatışma halinde olması sebebiyle de uygunsuz olduğunu söylemekte.
…Bilimi İslâmlaştırma hareketinin en nüfuzlu temsilcisi ve son derece tutucu bir Müslüman olan, ayrıca İslâmlaştırmanın, bilimin her alanıyla İslâm’ın özgül ilgisinin tespiti gerektiğini telkin eden, merhum Al Faruki’yi azarlamaktadır. Serdar bunun atın arabanın arkasına koşmak gibi bir şey olduğunu, çünkü modern bilgiyle İslâm’ın ilgisinin değil, İslâm’la modern bilginin ilgisinin tespiti gerektiğini söylemektedir.
Serdar, İslâmi bilim lehindeki ciltler dolusu yazılarında, bu belirsiz kavramı açıklığa kavuşturmak için pek bir katkıda bulunmamaktadır. Ona göre, bilim ve teknoloji, Tevhid (Tanrının birliği) İbadet ve hilafet dahil, on temel İslâmi değerden oluşan bir demete bağlıdır. İslâm, bilim için bilim kavramına karşı çıkmaktadır. İslâm ayrıca, zalim bilim ve teknolojiye de karşıdır. Eğer okur, yayvan sözlerin ötesinde şeyler isterse, hayal kırıklığına uğrayacaktır. S.117 hodbhoy
Fiziksel dünyanın İslâmî bir bilimi olabilir mi? Burada ideolojiyle bilim arasındaki bölgede bulunduğumuza göre, konuyla ilgili birkaç soru sormak ilginç olacaktır. Sıradan Batı ya da kapitalist biliminden farklı, özgül bir Marksist bilim olabilir mi? Ya kendine özgü bir üçüncü dünya bilimi? S.118
İSLAMİ BİLİM OLABİLİR Mİ?
Dinin amacı, bilimsel gerçekleri belirlemek değil, ahlâkı iyileştirmektir. Fiziksel dünyanın İslâmi veya Hıristiyani bir bilimi olamaz.
islâmi bir bilim yoktur. İslâmi bir bilim oluşturmak için harcanan tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Modern bilim, kesin ve somut bir varlığa sahiptir. O olmadan, fabrikalar üretim yapamaz, ordular savaşamaz ve hastalıklarla mücadele edilemez. Sanayileşmiş toplumda bilim bireylerin hayatını yönlendirmekte, dünya görüşleriyle düşünce alışkanlıklarını şekillendirmektedir. Bunların bazları kınanacak boyutta olsa da modern bilimin dev boyutlu olduğunu kimse inkar edemez.
Benim bildiğim kadarıyla İslâmî bilim, tek bir makinenin yada aletin yapımına, herhangi bir kimyasal bileşimin ya da ilacın imaline , yeni bir deneyin düzenlenmesine, ya da şimdiye kadar bilinmeyen, sınanabilir bir fiziksel gerçeğin keşfine yol açmamıştır. Unun yerine İslâmi ilimin pratisyenleri araştırmalarını olağan bilimin sınırları dışında kalan konulara yöneltmişlerdir. Bunlar arasında cennetin hızı, cehennemin sıcaklığı, cinlerin kimyasal içeriği, münafıklığın (ikiyüzlülüğün) hesaplanmasına ilişkin formüller, Hazreti Peygamberin göre yükselişinin (miraç) görecelik kuramına göre açıklamaları gibi sınanamayan konular bulunmaktadır. İslâmi bilim dedikleri şeyin-neyse- İslâmî inançla tutuarlılık içinde olduğu da son derece şüphelidir. Bilimsel teorilerin kıstaslarına uygun olupolmadığı konusuna gelince… kesinlikle bu kıstaslara uymamaktadır. S.121
Şu ya da bu bilimin var olması gerektiğini buyurmanın imkansızlığı, bilimin dıştan kurcalanamayan kendine özgü bir iç mantığının olmasındandır. Bazen bilim adamının kendisinin bile herhangi bir tercih imkanı yoktur. Mesela hem Galile hem Newton, dindar Hıristiyanlardı. Ve yaşadıkları zamanın inançlarını değiştirmekte fazla hevesli değillerdi. Newton, zaman zaman uyuşmazlığa düştüğü Hıristiyan dogmadan rahatsız olmaktaydı, ama sonuçta nesnenin gerçeğini aramakta (nesnel) kalmayı tercih etti. En sonunda onların buluşları, Kilisenin gücünü büyük ölçüde silip süpüren ve toplumu derinden etkileyen şiddetli bir bilimsel dalgayı harekete geçirdi. Newton bunun böyle olacağını bilseydi Principia’sını hiç yayınlamayabilirdi. 122
İslâmi bilimin tüm Müslümanlarca kabul görecek bir tanımı hiçbir zaman olmamıştır ve halen de yoktur. Modern bilimin doğuşundan çok önce, Müslümanlar arasında, meşru bilimin neden ibaret olduğu konusunda şiddetli bir anlaşmazlık oldu. İbni Sina, İbni Haytam ve İbni rüşd gibi rasyonelistler (akılcılar) Eş’ari ekolüyle çatışmaya tutuşmuşlardı. Ortodoks (katı kuralcı-dogmalara bağlı) kesimin birkaç yüzyıl siyasi gücü elinde bulunduramaması ve akılcılığa üstün gelememesi, Müslüman dünyasındaki bilimsel çalışmalar açısından şanstır. Bunun aksi olsaydı, İslâm dünyasının bilimsel gelişiminde, hiçbir zaman bir altın çağ yaşanmazdı. 124 hodbhoy
Komünist bilim adamları, 1930-1960 arasında kapitalist topumda uygulanan burjuva biliminden farklı ve ondan üstün olacak bir Marksist bilim meydana getirme arayışına girdiler. Fiziksel bilimlerin çeşitli alanlarını ideolojik süzgeçten geçirdiler. Sosyalist bir bilim yaratma yönündeki bu girişim , yalnızca bir başarısızlık değil, tam bir facia oldu. Sovyet biyooljisini 20 yıl geriye götüren Lisenkoculuk bunun delilidir.
Üçüncü dünya bilimi:
Adaletsiz bir dünyada yaşıyoruz. Dünya nüfusunun ¾’ünden fazlasını oluşturan üçüncü dünya ülkeleri, global hasılanın yüzde 20’sinden azını kazanmakta, dünyanın doğal kaynaklarının % 22’sini kullanmaktadır. Bir Amerikalı, ortalama olarak bir Afrika’lıdan bin kat fazla enerji tüketmektedir. Gelişmekte olan ülkeler, tükettiklerinin dört katı, yenilenemeyen ham madde üretmekte ve böylece kendi topraklarını, yabancı müşterilerin yararına fakirleştirmektedirler. 127
Sanayileşmiş ülkelerin bencil çıkarı, her ne kadar aksi yönde nutuk çekseler de, statükonun devamında yatmaktadır. Sanayileşmiş ülkelerin, uluslararası kuruluşlar, bankalar ve borç veren kurumlar kanalıyla yürüttükleri politikalar incelendiğinde, bu açıkça ortaya çıkmaktadır. Politikaların birçoğu, üçüncü dünyaya yıkım getirecek türdendir.
1986 da Malezya’nın Penang şehrinde düzenlenen “Modern Bilim’de bunalım” konulu uluslararası konferansta modern bilim ve teknolojinin Batı tecrübesi ve epistomolojisine (bilgi fesefesine) dayandığı ve bu nedenle Üçüncü dünyanın ihtiyaçlarına uygun olmadığı duyuruldu. Mücadelenin en zor yönünün “Birinci Dünyanın etkisiyle beyni yıkanmış Üçüncü Dünya insanını bundan kurtarmak ve toplumlarımızın bağışıklık kazanmaya çalıştığı Batı virüsünün en büyük taşıyıcıları olan yabancı eğitim görmüş bilim adamlarıyla” mücadele etmek olduğu vurgulanmıştı. 129
İSLAM DÜNYASINDA BİLİMİN YÜKSELİŞİ; 131
Birçok tarihçi, Ortaçağ’ı, insanlığın olağandışı karanlık bir dönem olarak niteler. Ama bu kanaat, dar görüşlüdür. Karanlık Çağ, tüm insanlığın değil, Avrupa’nın karanlık çağı idi. Gerçek olan şu ki, Avrupalıların büyücüleri yakmakla ve kilise doktrinine karşı gelenlerin bağırsaklarını dökmekle meşgul olduğu bir zamanda İslâm medeniyeti en parlak dönemini yaşıyordu. Bu dönemin çarpıcı başarıları,, ünlü tarihçilerce teslim edilir. Bilim tarihçisi George Sarton bunu güçlü bir şekilde vurgular:
“ 8.yüzyılın ikinci yarısından onbirinci yüzyılın sonuna kadar, Arapça insanlığın bilimsel ve ilirici diliydi. Batı’da o dönem emsalleri olmayan birkaç büyük ismi burada hatırlatmak yerinde olacaktır:
Cabir İbni Hayyan, el-Kindi, el-Harizmi, el-Fergani, el-Razi,İbrahim İbn Sinan, el-Mesudi, el-Tabari, Abül vefa, Ali İbn Abbas, Abul el-Kasım,İbn el-Cezzar, el-Birunî, İbni Sîna, İbn Yunus, el-Karkî, İbn el Haytam, Ali İbn isa, el-Gazalî, el-Zerkalî,Ömer Hayyam… Birisi size ortaçağların bilimsel bakımdan kısır olduğunu söylerse, ona tümü de görece, kısa sürede 750-1100 yılları arasında başarı kazanmış bu adamlardan söz edin. S.131 hodbhoy
İslâm, güçlü ve dinamik bir alternatif inanç olması sebebiyle, Hıristiyanlık açısından önemli bir askeri ve manevi tehdit oluşturuyordu. Bu yüzden Hıristiyan teolojisi, İslâm’ın yayılmasını açıklamak için, başarısının, Müslümanların zorbalığı, şehvet düşkünlüğü ve düzenbazlıklarının bir sonucu olduğunu öne süren bir savunma teorisi geliştirdi. Avrupa’nın ticari emperyalizminin yükseliş gösterdiği bir zamanda, böyle bir varsayım Batılıların işine geliyordu. Müslümanları, zorba, şehvet düşkünü, düzenbaz, sanatsal ve bilimsel olgunluktan habersiz barbar bir ümmet, inançlarını da bunlara cevaz veren bir şeymiş gibi göstererek Hıristiyanların İslâm’a yönelmelerini önlemiş oluyorlardı. ..
Batı biliminin, genelde kendilerine karşı donanmış olduğu yönündeki algılamalar, Müslümanlar arasında entelektüel ve kültürel tarih konusunda alternatif bir perspektifin yoğun olarak araştırılmasına yol açtı. Ortaçağ tarihi Müslümanların şanlı geçmişinin bir hikayesi idi. Özellikle ilk dönemleri bilimsel başarıları olağanüstü bir önem arz etmektedir. Aradan bin yıl geçmesine rağmen, bazıları ciddi bir şekilde Altın çağın kapısını açacak anahtarın geçmişe uzanan karanlık yolun bir yerinde bulunduğunu düşünmektedir. Onlara göre, nerede yanlış yaptığımızı bilirsek, gelecekte ne yapmamız gerektiğini bilmemiz mümkün olur.
Bazılarına göre, Altın çağ, dinlerine bağlı Müslümanlara layık görülen Allah’ın bir lütfudur. Namazlarını zamanında kıldıkları, haç görevlerini yerine getirdikleri, Ramazan ayında oruç tuttukları, zekat verdikleri inancın gereklerini tam olarak yerine getirdikleri sürece gelişmişler; halifelerin saraylarında adet haline gelen içki, dans ve cinselliğin öne çıkması gibi kötü alışkanlıklar yüzünden gerilemişlerdir.
Eski muhteşem günlere dönüş ancak İslami kurallara tam olarak uymakla olur diye savunanlara karşı çıkanlar ise, ilerlemenin en hızlı olduğu dönem liberallikleriyle tanınan Harun Reşit, Ma’mun gibi yöneticiler zamanında olduğunu savunurlar. Bilim yanlıları ise, İslâm ile bilim arasında uyum olduğunu, Altın Çağ’ın Kur’an’ın ve Hz. Peygamberin bilginin aranması yönündeki öğütlerinin doğru anlaşılması sayesinde gerçekleştiğini savunurlar.
Kur’an’ın750 ayetinin inananlara tabiatı incelemeleri ve modern bilimi kovalamaları yönünde öğüt verdiğini söylemek yaygın bir durumdur. Altın çağın bilimsel başarısı İslâm’ın bilimi tamıyla desteklediğinin ve bilimi elde etmenin dini bir görev olduğunun ispatıdır. S.133 hodbhoy
Her inançtan bilge ve bilim adamları, Halifenin sarayında “önemli kişi” muamelesi gördüler. Sadece hoşgörüyle karşılanmadılar, el üstünde tutulup sayıldılar. Böyle liberal ve dini yönden açık fikirli bir çevrede beslenen bilim, çok geçmeden İslâm topraklarında kök saldı.
Ortaçağın yarsına gelmeden çevirir işi tamamlanmıştı. İslâm uygarlığındaki bilim artık ikinci gelişme aşamasına giriyordu. BU sefer Grekçe değil, Arapça entelektüel düşüncenin aracı oluyordu. 138 ilk dönemin aksine, İslâm topraklarındaki bilimcilerin çoğu şimdi Müslümandı. İslâm uygarlığı bu üst noktasında, ibn Haytam (965-1039), el-Birunî (973-1051) Ömer Hayyam 81038-1123), Nasreddin Tusi (1201-1274) gibi Müslüman bilim adamları çıkardı. Roger Bacon deneylerini İbn Haytam’ın optik tezine dayandırarak başlattı: İbn Sina’nın Tıp Kanunu çevirisi Batılı üniversitelerde yüzyıllarca okutuldu. İbn Rüşd reformun ilk felsefecisi oldu. S.138
Yöneticiler en iyi alimleri saraylarına çekmek için yarışıyorlardı. Kindi, Halife Me’mun’un, Fahreddin Razi de Sultan Muhammed İbni Tukuş’un sarayındaydı. İbni Sina çeşitli şehzadelere doktorluk, İbni Haytam danışmanlık yaparken, İbni Rüşd, el-Mansur’un hizmetindeydi. Hemen hemen Ortaçağ’ın en büyük bilginleri kendilerine mesleki ün, toplumsal saygınlık, kütüphane ve rasathanelere ulaşma imkânı ve belki de en önemlisi cömertçe gelir bahşede sultanlık saraylarıyla ilişki içindeydiler. Halifenin himayesi, bilginlerin, çalışmalarının dini gelenekten sapmayla eşdeğerde olduğuna inanan fanatiklerin şerrinden uzak tutulmasında son derece önemliydi. Bu koruma olmasaydı, İslam’da Altın Çağ diye bir şey olmazdı. 141
Hükümdarların himayesine bağımlılık, aynı zamanda Müslüman bilimi açısından yapısal bir zaaftı. Haminin kişisel eğilimleri, egemen hanedanın talihi, saray hayatının entrikaları; desteklenen öğrenim türünü ve bilginlerin kişisel geleceklerini tayin eden etkenlerdi. Yöneticilerin değişmesi saray mensupları ve eski sarayın bilginleri için genellikle felaket demekti. El Kindi gibi Ma’mun sarayında yetişen rasyonalist bilginler, gelenekçi el Müevekkil’in halifeliği devralmasıyla, kaçarak hayatlarını zor kurtardılar. Tüm araştırma merkezleri ve üniversiteler kapatıldı. Edebiyat, bilim ve felsefe itham edildi. Bilginler Bağdat’tan kovuldu. 142
Görüldü ki, bilim Müslüman toplumun üst tabakasıyla sınırlı, son derece kapalı bir konu olarak kaldı.
+Bilim zamanın teknolojisi üzerinde önemli bir iz bırakamayacak kadar azdı. Bilim ne ekonomik değer taşıyan kurumlar yarattı, ne önemli bir ekonomik faaliyet başlattı, ne de uzmanlık birikimleri yarattı. BU sebeplerle onu halka götürmek için gerçek bir ihtiyaç yoktu.
+Ali bilimlerin eğitim kurumlarından-medreselerden- tümüyle dışlanması, bunların yayılması için sağlam hiçbir kurumsal mekanizme bırakmadı.

  • Tüm önemli filozofların (Kindi, İbni Sina, Razi,İbni Rüsd) yazıları aynı anda, cahil kitleleri hor görmelerini ve onlardan korktuklarını yansıtmaktadır. Söz konusu düşünürler, kitleler için başka, seçilmişler için başka bir gerçeğin yararını keyifle savunmuşlardır. Bu nefislerinin korunması ve hesaplı bir takiyye (ikiyüzlülük) uygulanması açısından mecburi idi, zira fanatik mollaların, kitleleri düşünürlerin aleyhine kışkırtmaları zor değildi. Ama aynı zamanda İslâm’ın bilim ve felsefenin incelenmesini emrettiğine inanıyorlardı. Aydın soyluların çok önemli desteğine sahip olan bilim, bilginlerin şahsi girişimlerinden ibaret kaldı. 143 hodbhoy
    İslam biliminin altın çağı etkisiyle birlikte 600 yıl sürdü. Bu süre, Yunan, Ortaçağ, Hıristiyan ve modern bilimlerin sürelerinden daha uzundur. Batı’nın bilimdeki hakimiyeti 1700lerde başladığı düşünülürse daha dört yüz yıl içindedir.
    Kökten Dinci bilim Müslüman bilime karşı: 145
    İslam medeniyetinde bilimin gerilemesinin sebepleri araştırılırken görüş birliği beklenemez. Dış etkenler: Haçlı seferleri, Moğol İstilası, Bağdat’ın yağmalanması, askeri bozgun. Köktenci görüş ise İslâmi değerlerin kaybolmasına öncelik verecektir.
    Ben başka gözlem ve deliller ortaya koyacağım: İslam kültüründe bilimin gerileyişi, laik uğraşıları giderek daha da güçleştiren, katı bir sofuluğun çıkışıyla aynı döneme rastlamakta. Bu gözlem, gerilemenin tek sebebini, bilime karşı köktenci tepkiye bağlamak değildir. Ekonomik ve siyasal etkenler dışlanamaz. Ama şurası kesin ki, hoşgörüsüzlük ve kör fanatiklikten oluşan koronun sesi yükseldikçe laik bilimler giderek daha fazla gerilemiştir. İslami entelektüelliğin Altın Çağı 14. Yüzyılda son erdiği zaman, İslâmi bilimin yükeslen yapısı, molozlarına indirgendi.
    İslâm dini araplarabir kimlik, bir bilinç ve aşiret mensupluğu ve etnik sınırların ötesinde bir dünya görüşü kazandırdı. İzleyen kültür devriminde, Araplar kendilerini antik uygarlıkların baş döndürücü entelektüel hazinelerine (Yunun felsefesi ve bilimi, Fars edebiyatı, Hint Tıbbı ve matematiği, Mısır ve Babil biliminin bazı yönleri) sahip olmuş buldular. Ulumul Avail (antik bilimler) olarak bilinen bu İslâm öncesi bilimler, eldeki bilgilerin oluşturduğu alanı (tıp, astronomi, felsefe, matematik, doğal bilimler, müzik) tümüyle kapsıyordu. Eski bilimler bir hazineydi..
    MUTEZİLECİLEİN SONU:
    Mamun , tüm İslâm tarihinde , felsefe ve bilimin en büyük hamisidir. Onun eseri olan Beyt-ül Hikmet (bilgelik veya irfan evi) önemli bir kilometre taşıdır. Ma’mun bu resmi araştırma ve çeviri kurumu ve kütüphanesini doldurmak için, bilimsel ve felsefi eserlerin satın alınması amacıyla ta Bizans’a kadar temsilciler gönderdi.
    Devlet gücüne ulaşmaları, Mutezilecilere dürüstlük ve hoşgörü yolundan sapma fırsatı verdi. Halifenin entrika veya askeri başarı ile etki altına alındığı bir sistemde, katılımcı demokrasi kavramı yoku. 150
    Mutezileci rasyonalizmin ayakta duramamasının daha önemli ikinci bir sebebi vardır. Mantıkla vahyin birbirleriyle bağdaştığını savunmalarına rağmen, etkin bir şekilde mantığa öncelik verdiler. Zaman zaman dayanılmaz tepkilere yol açan bu tutum, en belirgin şekilde Kur’an’ın yaratılması konusunda gözlemlendi. Bu doktrin dini dogmaya esaslı bir tehdit oluşturuyordu.
    Seyyid Emir Ali’nin, “kadılarla mollaların müttefiki, zalim bir ayyaş” olarak tanımladığı, tutucu Sünni Halife el-Mütevekkil’in iktidara gelmesinin ardından, Şiilerin yanı sıra, Mutezilecilerin de fiziki imhası ciddi bir şekilde başladı. Tüm yönetim kademelerinden uzaklaştırıldılar, dini gelenekten ayrılmakla suçlandılar, işkenceye maruz kaldılar ve süratle imha edildiler. Akılcı inançları benimsemiş olan hocalarla bilim adamlarının çoğu, Bağdat’tan İslâm dünyasının başka taraflarına kaçtılar. Böylece İslâm’da vahiyle mantığı birleştirme yönündeki ciddi bir girişim son buldu. 19.yüzyıy reformcularının ayrı ayrı ve bireysel çabaları dışında, İslâm’da dini olanla dünyevi olan arasındaki ayrılık tamamlanmıştı. Pervez Hodbhoy 152
    Köktenciler intikam alıyor:
    Çok geçmeden ulum al-avail, yani evvelki bilimler 8antik çağdan gelen bilgiler) köktenciler tarafından çizgi dışılıkla bir tutuldu, felsefeye şüpheyle bakılmaya başlandı. Zamanla laik öğrenim karşıtı tutumlar sertleşti. 12.yüzyıla gelindiğinde, tutucu ve akılcılık karşıtı düşünce hareketleri Mutezileci etkiyi hemen hemen tamamıyla yok etmişti. S.152
    MACAR GOLDZİHER:
    Evvelki bilimlere karşı dini köktenciliğin tepkisinin en önemli ve kapsamlı incelemesi 1916 yılında Macar İslâmcı İgnaz Goldziher tanafından yapıldı. Goldziher köktenci kesimin felsefi bilimlere olan düşmanlığını belgeledi. Eski bilimlerin bazı islam dini çevrelerinde ve Abbasi halifeleri arasında ilgi çekmesine rağmen, katı köktencilerin her zaman “Şafii ve Maliki bilimlerini terk etmek ve Empedokles’in düşüncelerini, İslâm’da yasa düzeyine getirmek isteyenlere” şüpheyle baktıklarına işaret etmektedir.
  • Birçok köktenci alimin eserlerinde Ulumu-ul Avail’den anlamlı şekilde reddedilmiş bilimler (ulumul mahcuna) olarak söz edilmekte ve hikme mahsuba bi-fikir, yani (imansızlıkla karışık bilgelik) şeklinde nitelenmektedir. İspanyol İbrahim İbn Musa (ölümü 1398) vasat bir köktenci ilahiyatçını, yalnızca dini uygulama (amal) için gerekli ya da yararlı olacak bilimleri üstünde durmaya değer olarak kabul ettiği sonucuna varmıştı. Diğer tüm bilimler değersizdi ve sadece insanları doğru yoldan alıkoyuyordu.
    Hanbal yanlısı İbn Teymiye, ilmi, Peygamberden kaynaklanan bilgiye dayandığı şekliyle anlamaktaydı. Bundan başka her şey ya yararsızdı ya da öyle olsa bile kesinlikle bilim değildi. S.153 Hodbhoy
    Hanbalcı bir partizan olan Dahabi, belirli bir bilin engin bilgisini övdükten sonra, biraz da bilinçli bir şekilde şunu ekliyor: “Keşke ulum-al-avail’le ilgilenmeseydi. Bunlar dini konularda hastalık ve yıkımdan başka bir şeye yol açmazlar. Bunlarla ilgilenenlerin çok azı böyle bir kaderden kurtulmuştur.İgnaz Goldhizer İslam üzerine incelemeler Oxford üniversitesi 1981. S.189 Hodbhoy- 153
    FELSEFE KİTABI KOPYALAMA:
    885’te, Bağdattaki bütün profesyonel yazıcılardan, felsefe kitaplarını çoğaltmayacaklarına dair yemin etmeleri istendi. Bu konuyla ilgili gerçek Tibavi tarafından dile getirildi. Kâğıt Avrupa’ya Araplarca sokulmasına rağmen matbaadan 300 yıl kaçtılar. Tanrının kelamının mekanik olarak çoğaltılması veya bununla bağlantılı malzeme saygısızlık olarak addedildi. S.154
  • Herhalde Ulum ul-Avail’in özgün bir bölümü olmasından dolay geometri köktenci kafaları rahatsız ediyordu. Özellikle geometrik şekillerin onları huzursuz ettiği görülüyordu. Belgelenmiş bir olayda geometrik şekiller bulunan bir kitabın sahibi yoldan sapmakla suçlandı.
    İbni Haytam’ın astoronim kitabındaki şekiller karşısında dehşete kapılan bir fanatik tarafından ortaya kondu. Bu fanatik söz konusu şekillerin “utanmazcasına günaha çağrıyı, dilsiz felaketi ve kör talihi” temsil ettiklerinden şüphelendi. (Goldhizer a.ge. s.193) Matematiksel düşüncenin soyut yapısı birçok köktencinin kafasında hakaret anlamına geliyordu. Sözlükçü Ebul Hüseyin Faris soyutlamadan duyduğu hoşnutsuzluğu dile getiriyor ve Arap olmayan milletleri şu şekilde eleştiriyor: “BU insanlar, ilgisini anlamadığım rakam, çizgi ve noktaların yardımıyla eşyanın temel doğasını anladıklarını iddia ediyorlar; gerçekten inancı zayıflatıyorlar ve Tanrı’dan bizi korumasını istediğimiz şartlara sebep oluyorlar. (Goldhizer a.g.e.194)
    +Astronominin bir takım varsayımları onlar için tamamen rezillikti. Köktenci Sultan Harzem Şah’a gece yarısı güneşinin olduğu bir ülkeyle ilgili bir haber getirildiğinde, haberi tamamen dinsizlik (ilhad ve kanmata) olağan değerlendirdi. Böyle bir bilginin doğru olması halinde, çeşitli ibadetlerin vakilerini belirleyen kurallarla ilgili şüpheler belirirdi. Sarayda yaşayan büyük bilgin Biruni, haberin doğruluğu hakkında onu ikna edebildi.
    İbn Es Salah’a (öl.1251) felsefe ve mantığın incelenmesi veya öğretilmesinin serbest olup olmadığı sorulduğu zaman , felsefeyi şu şekilde tanımlayan bir fetva çıkardı:
    Deliliğin temeli, tüm karmaşanın, hataların ve doğru yoldan sapmanın sebebi. Felsefeyle meşgul olan kişi, parlak delillerle beslenmiş şeriatın güzelliklerine karşı renk körü olur. Mantığa gelince…. Bu felsefeye ulaşmak için bir araçtır. Kötü bir şeye ulaşmak için başvurulan araç da kötüdür. Felsefenin öğretileriyle uğraştığına dair delil bulunan herkes şu tercihle karşı kalacaktır: YA kılıçla idam ya da İslâm’a dönüş; ancak bu şekilde memleket korunabilecek ve bilimlerin kökü kazınabilecektir. Goldhizer a.g.e. s.205 Hodbhoy s.156
    +Şafii okulunun ünlü öğretmenlerinden Taceddin es Subhi (öl.1271) dini bilimler konusunda daha az bir temeli olan için, mantığın incelenmesi haramdı.
    Müslüman modernistler, sık sık köktenciliğe gerilemenin önemli bir sebebi olarak teşhis koyarlar. SEyiD Cemal Afgani, Renen’la ünlü mektuplaşmasında şöyle dedi:
    “El-Seyuti, Halife al-Hadi’nin, Müslüman ülkelerde bilimleri kökünden yok etmek amacıyla, Bağdat’ta 5000 felsefeciyi öldürttüğünü söylüyor. Bu tarihçinin kurban sayısının abarttığını kabul etmekle birlikte bu katliamın yapıldığı doğrulanmış, bir gerçektir. Din tarihi için olduğu kadar bir milletin tarihi için de bir lekedir. Hıristiyan dininin geçmişinde de benzer örnekler bulabilirim. Adları ne olursa olsun dinler birbirine benzerler. (Seyyid Cemal Afgani REnana Cevap Berkeley üni. 1983 s.187) Pervez Hodbhoy s.156
    Eski köktencilik ulum ul-availe ve akılcı bilimlere olan muhalefetinde gerçekten açık sözlüydü; ama bunun fazla bir önemi olmadı. Bilimin Msülüman toplumunca özümsenmesiin etkilemedi. Ancak ö-dönüm noktası, Ortodoks (gelenekçi) ulemanın en büyüğü ve en nüfuzlusu olan İmam el-Gazali’nin köktenciliği siyasi iktidara taşımak suretiyle kesin zafere ulaştırmasıyla Şimdi bu ünül ilahiyatçının öğretilerini inceleyelim:
    Gazali Rasyonalistleri bozguna uğratıyor:157.
    ilahiyatçı Gazali’nin (Seyyid Hüseyin nasır onu minnetle, bilimi bastırarak köktenciliği kurtarmış” bir adam olarak tanımlar) çıkışına kadar da,. Akılcı felsefeye karşı tutarlı bir çürütme girişiminde bulunulmadı. Gazali keskin zekasi, bilginliği ve sadeliğiyle, İslâm kültürünün Grek düşüncesinin dış müdahalesinden kurtarmak için bıkmadan usanmadan çalıştı.
    1058’de doğan Gazali teoloji etütleriyle küçük yaşta tanıştı. Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesine dini bilimler profesörü oldu. Aristocu bilginlerin bilimsel ve felsefi eserlerini inceledi. Derin bir bunalım geçirerek inzivaya çekildi. Topluma geri döndüğünde materyalist, doğacı, ve Tektanrıcılar dahil tüm felsefecilerin kökten muhalifi oldu. Gazali, Aristo, Eflatun ve Sokrates’e etkili bir şekilde saldırdı:157
    “Bu sebeple, Aristo’nun felsefesini aktarırken, hem bu filozofları hem de onların İslam filozofları arasındaki ( İbni sina, Farabi, ötekiler) taraftarlarını imansızlar olarak addetmeliyiz. (Montgomery Watt Gazali’nin inancı ve pratiği Londra-1953 ) s.32.33
    Gazali’nin sebep sonuç ilişkisi, akıl, matematik ve mantıkla ilgili görüşleri, Müslümanların bilime karşı tutumlarının şekillenmesinde etkili olmasından dolayı ilginçtir. : Ateş, yanma- şimşek, gök gürültüsüne-rüzgâr dalgalara- yer çekimi kütlelerin düşmesine sebep olur. Etkiyle sebep arasında bu tür bağlantılar hem modern hem de klasik düşüncenin köşe taşıdır. Ama bu sebep sonuç ilişkisi Eş’ari doktrini tarafından reddedildi. Fiziksel anlamda sebep-sonuç ilişkisinin en tutarlı ve etkili muhalifi Gazali idi.158
    Gazali’ye göre; dünyanın fiziksel yasalara göre işlediğine inanmak boşunadır. Allah, her an dünyayı yok etmekte ve yeniden yaratmaktadır. Bu yüzden bir anla öteki arasında devamlılık olamaz; ayrıca belli bir eylemin belli bir sonuca yol açacağı da düşünülemez. Tersi düşünüldüğünde de, herhangi bir olaya fiziksel bir sebep gösterilemez. Gazali’nin teolojisinde Allah, tüm fiziksel olaylarla olguların doğrudan sebebidir. Ve Allah sürekli olarak dünyaya müdahale etmektedir. Mesela: Bir parça pamuğun ateşte yandığını ele alalım. İnançsız rasyonalist felsefeciler, pamuğu yakan şeyin ateş olduğunu savunacaklardır.” Diyen Gazali buna karşı çıkıyor;
    “Bunu inkâr ediyor ve diyoruz ki: Yanmanın aracı, pamuktaki siyahlığı ve kısımlarının ayrışmasını yaratışıyla, Allah’tır. Meleklerin araçlığıyla veya aracılığı olmadan, pamuğun yanmasını ve kül haline gelmesini sağlayan, Allah’tır. Çünkü ateş, hiçbir eylemi olmayan, cansız bir şeydir., ayrıca onun yanmanın aracı olduğunu gösteren ne gibi bir delil vardır ki. Gerçekten felsefecilerin, bir nesnenin ateşle teması üzerine yanma olayının meydana geldiğine ilişkin gözlemlemeden başka hiçbir delil yoktur. Ama gözlemleme, bir sebep-sonuç ilişkisini değil, eş zamanlılılğı gösterir. Gerçekte Allah’tan başka bir sebep yoktur. İbn Rüşt TAhafüt el Tahafüt s.316-317 S.Van den Bergh. Hodbhoy s.159
    Gazali7nin Matematik ve bilim üzerine düşünceleri:
    Gazali pozitif bilimleri incelemişti. Matematiğin hiçbir sonucu dinle ilgili değildir. Matematik yasak ya da haram bir konu değildir. Ancak, matematik bir çok tehlikeye yol açmakta ve genelde imansızlığın sebebini oluşturmaktadır.
    Matematikten kaynaklanan iki sakınca vardır. Bir kere matematikle ilgilenen herkes onun kesinliğine ve uygulamaların açıklığına hayranlık duymaktadır. Bu, felsefecilere inanmasına ve onların bütün bilimlerinin, açıklık, uygulama gücü açısından buna benzediklerini düşünmesine yol açmaktadır. Ayrıca dillere destan imansızlıklarına, Allah7ın özelliklerini inkâr edişlerine ve vahiyle gelen hakikatleri hor görüşlerine ilişkin hikayeleri de herkesten duymuştur; kişi salt onların yetkinliğini kabul etmekle imanından olur. W.Montgomery Watt, Gazalinin inancı ve pratiği. Londra 1953 .s,33 Hodbhoy s.159
    Burada matematiğin mutlaka değil, potansiyel bir tehlikesi olduğu ileri sürülüyor. Matematiği inceleyenler kesinliği, gücü, güzelliği görünce vahiye, Allah’a, imana karşı niye şüpheye düşsünler. İlim Allah’ın emrettiği bir şey değil mi de bunlar olsun?
    Ne yapacak bu Müslümanlar. Bir yanda Sakın bilime, felsefeye, matematiğe bulaşma. Diğer yanda bunlar olmadan bilim, teknik, teknoloji, güç sıfır. Amerika’nın; İngiliz’in, İsrail’in bilmem kimin bombaları, bankaları, şirketleri Gazali acaba ne diyor demiyorlar. Bombalar Gazali adını bilmiyor. Matematikten doğacağı öne sürülen tehlikeden habersiz. Analar doğursun, onlar öldürsün. Biz de aman günaha olacakmış, Matematikten kaynaklanan tehlikeler varmış mı diyeceğiz. Gazalinin bu tavrı yüzünden milyarlarca Müslüman daha ne kadar sıkıntı çekecek? Efendim şimdi Gazali’yi dinleyen mi var demeyin sakın. Girin dindar çevrelerin içine de görün olup biteni. Mehmet Akif hayal mi gördü de “Niye ilmin adı yok koskoca millette bu gün, Çünkü efkârı umumiye aleyhinde bütün” dedi. Siz Irak’ta,. Filistin’de, Suriy’de, Arakan’da, Miyanmar’da, doğu Türkistan’da, Kırım’da, Kerkük’te, Karabağ’da ezilen, horlanan Müslümanlara bilimsiz, tekniksiz hangi güçle yardım edeceksiniz? Yarın üstümüze çullansalar vatanı ne ile savunacaksınız? Bu da Allah’tan deyip oturacak mısınız? Müslüman kadınlar biraz şuurlu olsa hepimizin yüzüne tükürürler. Tuh size namusumuzu, şerefimizi çiğnettiniz, zamanında tedbir almadınız, onlardan üstün gücü sahip olmadınız diye.
    Gazali bir başka yerde, daha kesin düşünce ortaya koyuyor ve açık açık kınıyor. Şarap şüphesiz vücudu güçlendirir, ama kesinlikle haramdır. Meysir ve satranç gibi oyunların beyni bilediği iddia edilebilir, ama bu onlarla uğraşmayı maruz göstermez. 159
    Aynı şey, Öklit’in bilimleri ya da Batlamyus’un astronomi kitabı (almagest) için olduğu kadar, aritmetik ve geometrinin incelikleri için de geçerlidir. Onlar da beyni keskinleştirerek ruhu güçlendirir ama bunlardan bir tek sebeple kaçınırız. Bunlar ulum ul-avail’in öngörülerini arasındadır. VE bu antik bilgiler, aritmetik ve geometri yanında, tehlikeli doktrinlerin kabulünü gerektiren bilimleri de içermektedir. Geometri ve aritmetik dini inanç açısından zararlı fikirler ihtiva etmese bile yine de kişinin bunların aracılığıyla tehlikeli doktrinlere kapılacağından korkuyoruz. (fatihat al-ulum Kahire 1922 Çeviren Goldhizer a.g.e.
    Gazali’nin genç bir bilgine sert uyarısı: “Sen delikanlı… Kaç gece, bilimi ezberlemek ve kitap okumak için uyanık kaldın? Kaç gece uykundan oldun? Bunun amacı neydi bilmiyorum. Eğer amaç dünyevi amaçlara varmak ve bundan gösteriş payı çıkarmak ve itibar kazanmak ve çağdaşlarını geride bırakmak ise, sana tekrar tekrar lanet olsun. El Gazali Ayyuha a—vaalad Beyrut 1932 s.57 (eyyühel veled ey oğul) Gazalinin bu uyarısı Müslümanlara kesinlikle hizmet etmiyor. 161 Hodbhoy
    Doğru yoldan sapan beş bilgin:
    Yüzeysel olarak Arap istilalarına benzeyen Moğol istilası, Moğolların doğal çevresi olan Gobi çölüne çekildikleri zaman arkalarında harabe ve yıkımdan başka bir şey bırakmadı. İslami fetihler ise, askeri hakimiyetin gerilemesinden çok uzun zaman sonra yeşeren yeni bir dünya kültürüne yol açtı.
    Beş yüz yıl boyunca, İslam medeniyetinde, bilimin alevi parlak bir şekilde yandı. Aydınlardan oluşan bu ışıklı galakside, Kindî, İbni Sina, Ömer Hayyam, İbni Haytam, İbni Rüşd, İbni Haldun ve daha niceleri gibi aydınlık ve bilgi saçan şahsiyetler vardı. Onlar olmadan, Müslüman kültürünün renkli mozayiği, çok daha sönük, büyük bir dünya kültürü olma iddiası çok daha zayıf ve inandırıcılıktan uzak olurdu. Günümüzde bu isimler, geçmiş başarıların, derin bir saygıyla anılan simgeleriydiler. Müslüman ülkelerdeki okul çocukları onları öğrenmeli, tarih ve fen kitapları onların başarılarını tanıtmalı, dernekler, kurumlar onların isimlerini taşımalı.
    Büyük İslâm bilginlerini genelde tehlikeye atan ne Moğol sürüleri ne de kâfir Hıristiyanlardı; onları esas tehlikeye atan yanıbaşlarında ortaya çıkan dini köktencilikti.163
    Köktenci ulemanın bazen üstü kapalı, bazen açık ve şiddetli muhalefeti genellikle bilim, felsefe ve mantığı inceleyenler için ölümcül bir tehdit oluşturuyordu. Bilginler bu sebeple, çalışmalarını iman yolundan sapma olarak niteleyen güçlü dini kişiliklerden korunmak için, aydın halife ve yöneticilerin çok önemli olan desteklerine güvendiler. Ancak hükümdarın himayesi, kıskançlığı kışkırtıp gerginliklere sebep oldu. Şöyle ki, ilahiyatçılar kendilerinden daha alt bir mevkide olan bilginlerin, gerek iktidar koridorlarına, gerekse halifeye kendilerinden daha kolay ulaştığını gözlemliyorlardı. BU ortam entelektüel v e bilimsel aktivitenin miktar ve özüne bir takım önemli kısıtlamalar getirdi. Bilimin halka götürülmesi işini zorlaştırdı. Böylece bilimsel etkinliği toplumun üst tabakalarıyla sınırladı. İbni Rüşt belki de bunun için şu şaşırtıcı sözü söyledi: Bilginler tarafından yazılan kitaplar, yöneticiler tarafından sıradan insana yasaklanmalıdır. 164
    İslâmî aydınlanmanın ışık ve bilgi saçan kişiliklerinin, köktenciliğe karşı nasıl bir mücadele verdikleri bu bölümün konusudur:

EL KİNDÎ (801-873)
Yusuf <yakup İshak el-Kindî, İslâm bilginleri arasında, akılcılık karşıtı köktenci tepkinin eline düşen ilk önemli kurbandır. Mantıktan matematiğe, fizikten müziğe kadar 270 adet bilimsel incelemenin yazarı. Arapların felsefecisi. Felsefeyi, ilahiyatçılara kabul ettirebilmek için bıkmadan, usanmadan uğraştı. Gerçeğin evrensel, felsefenin de peygamberlerin taşıdığı mesajı başka bir şekli olduğunu yazdı. Ona göre, bilginlerin işi, eskilerin tam olarak ifade etmediklerini, dilimizin kullanımına ve zamanımızın adetlerine göre, elimizden geldiğince tamamlamaktır.
El Kindî ve antik çağ felsefecileri iki gerçeğin olduğuna inanıyorlardı.; birisi eğitilmemiş kitleler için (Yalnızca basit şeyleri takdir ederler. Huriler ve öteki fiziki çekiciliklerle ilgilenirler.) öteki de kültürlü ve eğitilmiş olanlar (Kitaptan daha iyi anlam çıkarabilmeleri için bunlara mantık ve akıl armağanları verilmiştir). Kuran’ın 55/5 ayetinde Güneşin, ayın ve yıldızların, dağların, ağaçların ve hayvanların, Allah’ın önünde “eğildikleri” anlatılmaktadır. Kültürsüz kişiler için bu namaz kılar gibi eğildikleri imajını çağrıştırır. Arapça eğilmek kelimesi “itaat etmek, buyruğunda olmak” şeklinde anlaşılmalıdır.
Kindi El Ma’mun’un sarayında, dünyanın en önde gelen kültür merkezinde parlayan bir yıldızdı. Onun akademik çalışmaları el Mutaasım ve el Vasık yönetiminde de canlılığını korudu. Daha sonra köktenci sünni Halife El Mütevekkil’in iktidara gelmesiyle, ulema, bu felsefecinin çok tehlikeli inançları olduğuna Halifeyi inandırmaları güç olmadı. Mütvekkil El Kindî’ye diye bilinen kütüphanesine el konulmasın emretti. 60 yaşındaki Müslüman felsefeci, büyük bir kalabalığın önünde 5 kere kamçılandı. Olayı kayda geçiren gözlemciler, kalabalığın her vuruşta hareketi onaylayan tezahüratta bulunduğunu belirttiler. (Arap uygarlığının dehası Hayes MIT press 1983 s.69)
873’te 72 yaşında ölmeden çok önce, Kindi uzun süreli bir depresyona ve sessizliğe gömüldü. Bir dostu uzun uğraşlar sonrası kütüphanesini geri alsa da herkesin içinde kamçılanma şokundan gerçek anlamda kurtulamadı.
ER RAZİ (865-925)
İbni Zekeriya el-Razi, tıp alanında olay yaratan başarılarından dolayı, “Ortaçağ’ın en parlak dehası” unvanını kazandı. İran kökenli olup tıp öğrenimini Bağdat’ta yaptı. Tahran yakınlarında bir hastanenin yöneticisi oldu. Zengin fakir bütün hastalarına titizlik gösteren ve olağanüstü anlayışlı bir hekimdi. Onun metafiziksel sisteminin, vahyin önemini azaltmasından dolayı peygamberin karşısında olduğu söylendi. O ise “Allah’ insanı yaratmış ve aklının bir bölümünü ona vermiştir, bununa insanın maddi evreni kavramasını sağlamıştır.” diyordu. El-Razi’nin kozmik yaratılış teorisi başlangıçta sadece Allah, Ruh, madde, mekân ve zamanın var olduğunu öngörür. “Allah’ın ruhun belli bölümüne müdahalesiyle fiziksel dünya meydana geliştir: tüm ruhların ahretteki meskenlerine dönmeleriyle, dünyanın var oluşu sona erecektir.” Bu ifadeler, yaratılışla ilgili benimsenmiş olan ve savunulan genel doktrine uymuyordu. El-Razi, aklın vahiyden üstün olduğundan açıkça söz etmesinden dolayı dinsizlikle suçlandı, kınandı. Radikal görüşlerinden dolayı ağır bir bedel ödedi. El Biruni bile, köktenci hamisi memnun etmek için olacak, Razi7yi kınadı ve körlüğünü ilahi takdire bağladı. Rivayete göre Buhara’da Mansur ailesine mensup genç bir emir öfkeye kapılıp, Razi7nin başına ona ait bir itapla, kitabı veya başı kırılıncaya kadar vurulmasını emretti. Razi bu cezadan sonra hem gözünü hem yaşama sevincini kaybetti. Bir göz hekimi tedavi amacıyla ameliyat önerince şu karşılığı verdi: “Bu dünyayı yeterince gördüm ve daha da görmek umuduyla ameliyat olma fikrini benimsemiyorum.” Bundan kısa bir süre sonra da öldü. S.167
İbni Sînâ (980-1037)
Ebu Ali el-Hüseyin İbni Sina, çalışmaları geniş bir bilimsel alanı kaplayan, erken gelişmiş bir dahi. 17 yaşına kendisini kabul ettirmiş bir hekimdi. Bir-iki yılda Aristo metafiziğinde ustalaştı. Klasik düşünce adamının en seçkin örneğidir. Son derece çalışkandır. Çalışmaları Tıp, felsefe ve mantık alanlarını da kapsar. Sık sık zorluklarla karşılaşıyordu. Herhangi bir mesele bana çok büyük geldiği zaman, camiye gidip namaz kılar ve her şeyin yaratıcısına, bana kapanan kapının açılmasına vebana karmaşık gelen şeyin basitleşmesine kadar niyaz ederdim. Gece olduğunda her zaman evime döner, önüme lambamı koyar kendimi okuma ve yazmaya verirdim. Eğer beni uyku sararsa veya kendimi zayıf hissedersem, enerji toplayabilmek için bir kupa şaraba başvururdum. Bu onun farklı kişiliğinin ve tarzının özelliğidir. Kindi gibi, İbni Sina da aklın üstünlüğünde ısrar eden, bağımsız bir kafa yapısına sahipti. Bir süre Hamadan emirini vezirlik etti. Burada ordudaki katı müminlerle bir tartışmaya girdi. Çok geçmeden bu çevreler onun idamını istediler. Evine gelen ve onu bulamayan askerler evi talan edip, kafasının uçurulması için Emir’e başvurdular. İbni Sina uyarıldı ve Tıp Kanunun” üzerinde çalıştığı dostu Ebu Said Dafdak’ın evinde saklandı. İbni Sina yöneticilerin zulüm ve gazabından birkaç kere kaçtı. Güçlü düşmanlarının kendisine komplo kurması üzerine, ılımlı olmasını tavsiye eden dostlarına: “Genişlemesine kısa bir hayatı, uzunlamasına dar bir hayata tercih ederim” cevabını verdi. 168
İbni Sina’nın dini inançlar ile bilim ve mantık arasında bir sentez kurma girişimi, onu tekrar tekrar ulemanın gazabıyla karşı karşıya ıraktı. Sapkın diyenlere şiirle cevap verdi:
“Bana sapkın demek o kadar kolay iş değildir /Benim inancım kadar hiçbir dini inanç sağlam değildir./ Eğer ben sapmışsam bütün dünyada emsalim yok. / Çünkü o zaman herhangi bir yerinde / Tek Müslüman yok.
İbni Sina hem kendi döneminde hem de sonraki yüzyıllarda köktenciler tarafından sapmacı olarak suçlandı. Suudi Arabistan’ın finanse ettiği Arabia: İslamic World Review isimli, 20 Nisan 1983 tarihli dergiye (s.54-55) bakalım: “Ortaçağ’ın Kindi, Farabi, İbn Haytam ve İbni Sina gibi ünlü Müslüman bilim adamlarının hikâyesi, Müslüman olmalarından başka, onlarda ya da yaptıklarında “İslâmî” denecek hiçbir şeyin olmadığını göstermektedir. Tam aksine, yaşamaları belirgin biçimde gayri İslâmiydi. Tıp, Kimya, Matematik ve felsefedeki başarıları, Grek düşüncesinin doğal ve mantıkî bir uzantısıydı.
Şimdi bunu yazan akıllıya sormak gerekiyor: “Bu eleştirileri yazdığın bilgisayarı, bulunduğun şehre giderken kullandığı otomobili, bindiğin uçağı, cebinde taşıdığın telefonu” ilk bulanlar şöyle dindar Hıristiyan değil, böyle dindar Hıristiyan değil diye eleştirmeyi marifet sayan kimseyi biliyor musunuz? Bu konuda birkaç konuşma veya yazı gösterebilir misiniz? Cebinizde taşıdığınız imanmetreyi bir süreliğine bırakın da Müslümanlardan az imanlı veya çok imanlı bilim insanları yetişsin. Ben şahsen beş vakit namazımı kılmaya çalışıyorum ama İbni Sina’nın milyonda biri kadar insanlığa hizmetim olmadı. “En hayırlınız insanlara en çok faydası olandır” hadisi şerifine göre durum ortada. Şüphelerim var, bu makaleleri Müslümanlar arasında da bilim gelişir de, istediğimiz gibi ezemeyiz, sömürümeyiz, yeniden Endülüs’ü canlandırma çalışırlar, Viyana önlerine gelirler diye düşünenler sizi etkiliyor. Ya onlar yazıyor sizin adınıza yayınlıyorlar veyahut ta sizi çok iyi programlamışlar, kendi çıkarlarına olanı karşısındakilerin (Müslümanların) çıkarına imiş gibi göstermeyi 200 yıldır çok iyi uygulayan Batı (Kilise) bu işleri yaptırıyor. Lütfen cevap verin bana. Az imanlı bir Müslümanın yapacağı bilimsel-teknolojik ürünlerimiz olsa da bu kadar aşağılanmasak. Horlanmasak. Ezilmesek olmaz mı?. İşi gücü bırakıp İbni Sina’yı, El Razi’yi, Kindi’yi eleştirerek kime ne mesaj veriyorsunuz? Efendilerinize “bakın ben size nasıl uşaklık ediyorum” mu demek istiyorsunuz? Sizin bu eleştirilerinizi bir gayrı-Müslim yapsa, Müslüman biliminin, Grek biliminin kusulmasından başka bir şey olmadığını söylese öfkeyle karşısına çıkarız. Ama bu hakaretler sizin gibi Müslüman kimliği taşıyanlardan gelince insanlar “Sus terbiyesiz, edepsiz” demiyorlar. Belki de halâ tekfir (aforoz) edilmekten korkuyorlar. 169
İbn Rüşd (1126-1198)
Ebul Vali Muhammed ibn Ruşd, Batıda en çok tanınan İslâm düşünürü. Hem kilise hem köktenci Müslüman ulema tarafından kitapları ateşe atılmış, doğru yoldan sapmakla suçlanarak takbih edilmiştir. (ayıplanmıştır) Vahyin mantıkla yönlendirilmesi gerektiğini telkin ettiği için muhaliflerin öfkesini çekti. Kur’an’ın yorumlanması amacıyla ayrıntılı bir proje geliştirdi. İbni Rüşd, en çok Gazali’nin iddialarını çürütmesiyle şöhret buldu.170
Gazali’ye göre her şey (bütün eylemler, olaylar, fiziksel olgular vs.) sürekli bir ilahi müdahalenin sonucuydu. Onun mantığına göre, ateşin pamuğu yakması, ateşin bir maddeyi yakması meleklerin müdahalesi gibi etkenlerden kaynaklanmaktadır. Ama İbni Rüşt’e göre, bir parça pamuğun her tutuşmasında bir sürü meleğin ya da diğer ilahi aracıların yeryüzüne inmek zorunda kalmalarından söz etmek tam bir saçmalıktır. Fiziksel sebep fiziksel sonucu doğurur. Pamuğun ateşle temas ettirilmesiyle yanacağı deneylerden bilinir. Başka bir şey olması da mümkün değildir. Gazali’nin Felsefecilerin tutarsızlığı başlığını taşıyan tezini çürüttüğü, Tutarsızlığın Tutarsızlığı tezinde İbni Rüşt şunları ifade eder: “Somut şeylerdeki sebeplerin varlığını inkâr etmek safsatadır. Sebebin inkarı, bilginin inkarını, bilginin inkarı da, dünyada hiçbir şeyin gerçekten bilinemeyeceğini ima etmektedir.
İbni Rüşt, Sevilla ve daha sonra Kordoba valisi sıfatıyla, siyasi entrikaların kurbanı ve köktenciliğin boy hedefi haline geldi. Halife Ebu Yakup ölüp 1184’te yerini oğlu Ebu Yusuf alınca, İbn Rüşt gözden düştü. Halife’nin emriyle, mantık ve bilimin incelenmesi yasaklandı. İbn Rüşt en sonunda, Kordoba’dan uzaklaştırıldı. Öteki felsefe öğrencileriyle birlikte, apar topar küçük bir taşra kasabasına nakledildi. Bazı kesinkes bilimsel olanların dışında tüm kitapları çıkarılan emirler uyarınca yakıldı. Ancak 12. Yüzyılın sonuna gelindiğinde saygınlığı iade edildi. Fas’a döndü ve burada öldü. Birçok yazısı bu gün Latince ve İbranice dillerinde olup Arapça özgün metinler uzun zamandır kayıptır. Gazali’nin akılcılığa saldırısını ateşli ve tutarlı bir şekilde çürüttü, ancak bu zamanın gidişatını etkilemeye yetmedi.

İbni Haldun ( 1332-1406)
Ailesi Yemenli olup İspanya’ya yerleşti. Kıskananlar, cahil bedevi diye kötülediler. O, Arapları yağmacılığa ve yıkmağa eğilimli barbar bir millet olarak tanımladı.
19.yüzyıla kadar meçhul bir sima olarak kaldı. Batılı bilginler tarafından keşfedildi. Göz kamaştırıcı kariyeri, kuzey Afrika semalarında pek bir iz bırakmadan parladı geçti. İslami düşünceye en büyük katkısı pozitif bilimciliği sıfatıyla oldu.
Onun ihmal edilmiş olmasını Phlip Hitti şöyle yorumladı: “Bu düşünür yanlış zamanda ve yanlış yerde doğmuştu. Derin bir Ortaçağ uykusundaki halkı arasında herhangi bir tepki uyandırmak ya da Avrupalılar arasında tercümanlığını yapmaya arzulu birini bulmak için çok geç kaldı. Hiçbir düşünce akımı Haldunî diye bir tarz taşımıyordu.
Elenist düşünceden esinlenen düşünürleri etkili bir şekilde eleştirmesine rağmen İbni Haldun, bir kısım köktenci ulemanın gözünde fazlasıyla rasyonalist bir kişilik olarak kaldı.
Birçok Müslüman bilgin İbni Haldun’u rafa kaldırmakla yetinirken bazıları ona şiddetle saldırdı. Irak eski eğitim genel müdürü Sami Şevket Bağdat’ta yaptığı “Ölüm Meleği” başlıklı konuşmada, İbni Haldun’un mezarının açılması çağrısında bulunarak, kitaplarının bütün Arap dünyasında yakılmasını istedi. Mısırlı modernist Taha Hüseyin, Bini Haldun’u nahoş derecede şişirilmiş egoya sahip, Müslüman geçinen, dürüst olmayan bir rasyonalist diye niteledi.
İbni Haldun’un oryantalistler tarafından keşfedilmesine kadar bir hiç olarak durması, Müslüman araştırmacılığının durumu hakkında üzücü bir fikir veriyor. Şimdi birçok bilgin (Ara ırkçıları ve aşırı köktenciler dışında) onan en yüksek perdeden övgüler yağdırmakta yarışıyor. S.173 hodbhoy

BİLİMSEL DEVRİM İSLAMDA NEDEN MEYDANA GELMEDİ?
Genel tutum ve felsefe meselesiyle ilgili tutumlar
Belirli bir eğitim kavramından türeyenler
İslami yasanın doğasına bağlı sebeplerden kaynaklananlar
Özerk şehir ve esnaf loncaları gibi sosyo-ekonomik oluşumların yokluğu veya zayıflığına bağlanabilecek olanlar.
İslâm’da politikanın özel karakterinden türeyenler.
Tutumlarla felsefeler üretken güçlerin gelişmişlik düzeyine göre şekillenir; şehirlerde yaşayan insanların köylerde yaşayanlardan daha farklı düşünüp hareket ettiği açıktır. Bunun tersi de mümkündür. Eğitim de değişim aracı olabilir.
Tutum ve felsefeyle ilgili olanlar:
Pozitif, akılcı (rasyonel) bilginin elde edilmesi veya bilimsel uğraşlar, büyük ölçüde topumda belirli bir anda egemen bulunan genel fikir sistemiyle belirlenir. Yani, inançlar, tutumlar, gelenekler, varsayımlar ve belli dini ideolojik durumlar insanlık tarihinde en büyük önemi taşıyan ögedir. Bunlar hayatın nasıl yaşanacağını şekillendirmektedir. İnsanda dış dünyada olup biteni denetleme dürtüsü vardır. Bu iktidar arzusu tüm yaratıcı etkinliğin psikolojik kaynağıdır. Bu dürtünün yüceltilmesi önemlidir. İktidar arzusundan mahrum edilen insanlar, denize düşen saman çöpü gibidir. Onun ne olacağını, ne tarafa gideceği dalgaya bağlıdır. Oysa bir toplumu öteki toplumdan daha fazla veya daha az bilimi beslemeye iten şey olup bitene müdahil olma, iktidar arzusuyla ilgilidir. Bir insanın ne olacağı, kaderi doğmadan kesinleşmiştir telkini kişinin çaba göstererek daha üstün duruma gelmeye çalışmasına katkı sağlamaz.
İlahi müdahale inancı büyüdükçe iktidar arzusu küçülecektir. İslâm toplumunun entelektüel ve bilimsel gelişiminin dinamik döneminde kaderciliğe rağbet edilmiyordu. O zamanlar özgür iradeye inanlarla kaderciler arasındaki tartışmalarda üstün olan özgür iradecilerdi. Zaman içinde hegemonya kuran Eşari anlayış İslam toplumundaki iktidar, arzusunu ölümcül bir şekilde zayıflattı. Bilimsel ruhu soldurdu. Eşari anlayış, sebeple sonuç arasındaki her türlü bağlantının inkârı konusunda ısrarlı oldu. Akılcı düşünceyi reddetti. Eşarilerin bilim karşıtı anlayışları, herhangi bir tahminin imkânsız olduğuna ilişkin inançlarında belirgindir. Onlara göre havada giden bir ok hedefine varabilir de varmayabilir de, çünkü okun izlediği yol boyunca Allah her an dünyayı yıkıp bir başka an yeniden yaratmaktadır,. Okun bir öneki anda nerede olduğuna bakıp bir sonraki anda nerede olacağı kestirilemez. Çünkü dünyanın yeniden nasıl yaratılacağını ancak Allah bilir. Eşarilerin en etkilisi Gazali’dir. Sebep sonuç bağlantılarını hararetli şekilde inkâr ederken, pamuğun ateşle temas ettirildiği için değil, Allah’ın melekleri vasıtasıyla müdahale ettiği için yandığını iddia edecek kadar ileri gitti. Gazali konuyla ilgili tartışmalardan birini şu şekilde noktalar: ”Ve bu tez ateşin, yanmanı aracı, ekmeğin, doymanın aracı, ilacın sağlığın aracı olduğunu yayanların iddialarını çürütmektedir. Bu tür kaderci tutumlar entelektüel ilerlemeyi zorlaştırmış, bilimin Batıdaki gibi sonuç vermesini (sanayi devrimini) engellemiştir. s.178
FAYDACLIK:
Dua ederken faydasız ilimden sana sığınırım diye söyler bizim hocalar. Birkaç kere sordum neymiş faydasız ilim diye? Falcılık, büyücülük dediler. Bunları ilim sayıp da Camide millete dua ettirmek pek aklı kârı değil gibi…
Pervez Hodbhoy’a göre “Öğrenme amacına yönelik öğretimi köstekleyen ikinci bir etken de, Altın çağ sonrası İslâm toplumunda giderek artan faydacılık anlayışı. S.179. Faydacılık, arzulanacak şeylerin yalnızca faydalı şeyler olduğu düşüncesi. Entelektüel gelişimin ilk zamanlarında böyle bir saplantı yoktu. Mesela Halife Ma’mun, Bağdat’ta Bey tül-Hikmet’i kurduğu ve öğrenim, bilim konusundaki eserleri araştırmak için her tarafa temsilciler gönderdiği zaman temel dürtüsü maddeci değil herkesin iyiliğine yönelikti. Tek faydalı bilginin pratik bilgi olduğu yönündeki düşünce ve teorik bilginin kaçınılmaz olarak karalanması, tüm İslâm toplumunu etkiledi. Müslümanlar arasında faydasız teorik bilgiye ilginin azalışının 14.yüzyılda başlayıp günümüze kadar devam ettiğini görüyoruz. İbni Haldun bile dünyada olup bitenlere karşı fazla ilgili değildi. Frenk topraklarında felsefî bilimler büyük talep olduğundan söz ediyor, bunu dikkat edilmesi gereken bir gelişme olarak görmüyor, felsefe ve simyanın araştırılmasına karşı çıkıyordu. Aynı meraksızlığı 16.yüzyılda geniş ve muhteşem bir imparatorluk kurmuş Osmanlı Türklerinde de görüyoruz. Gerçi Osmanlı yöneticiler, bazı yeni teknolojik icatların faydasını kabul etmiş, ve kullanım için almışlardı ama düşüncede aşama yapılmasına izin vermeye ya da teknolojinin bilimsel düşüncenin bir sonucu olduğunu kabule eğilimli değillerdi. S.179 Bunu Kutsal Roma İmparatorluğunun İstanbul Sefiri Ghiselin Busbecq’in 1560 tarihinde görüyoruz:
“ Hiçbir millet başkalarına ait faydalı icatları benimsemekte onlar kadar isteksiz davranmamaktadır. Mesela, büyük ve küçük gülleleri ve bizim icatlarımızın da birçoğunu kendi kullanımlarına sunmuşlardır. Ancak kitap basmak ve meydan saatleri gibi şeyleri bir türlü benimsememektedirler. Kutsal kitaplarının matbaada basıldığı taktirde kutsallıktan çıkacağına inanmaktadırlar. Meydan saatleri kurmaları halinde de müezzinlerinin otoritesi ile eski adetlerinin önemini kaybedeceğini düşünmektedirler. S.180 Hodbhoy
Osmanlı Türkleri arasında bilimin en son harikalarına karşı ilgisizlik, 1748’de görevli olarak Viyana’ya giden Mustafa Hatti Efendinin raporuna şöyle yansıdı:
“Üçüncü buluş taş ve oduna çarpmasına rağmen kırılmayan cam şişilerdi. Daha sonra bu şişelerin içine çakmak taşı koydular, taşın darbesine dayanan bir parmak kalınlığındaki şişeler un gibi dağıldı. Bunun anlamını sorduğumuzda “camın fırından çıkar çıkmaz soğuk suda soğutulduğu zaman böyle olduğunu söylediler. BU akıl almaz cevabı frenk hilekârlığına veriyoruz. “ (Bernard Lewis Avrupa’nın Müslümanlarca Keş s.232-233’nakleden.Hodbhoy. s.180 )
Entelektüellik (Bilim, teknik ve kültürün değişik dallarında özel öğrenim görmüş, aydın, münevver kimse) karşıtlığının biraz üstü kapalı bir hali olan faydacılık zamanımızda da bol bol bulunmaktadır. Ziya ül-Hak’ın bilim danışmanı M.A. Kazi açıkça ifade ediyor: “İslâm’da bilimin hatırı için bilim, bilginin hatırı için de bilgi yoktur. Er şey bir amaca yöneliktir. BU da bilimsel iblgiyi genelde insanın yararına kullanmaktır.” (M.A. Kazi, Ne için bilgi? Bilginin İslâmlaştırılması semineri s.69) Hodbhoy 181.
Suudiler de, modern teknolojinin rahatlığından hoşnutluklarının yanı sıra teorik ve bilimsel bilgiye karşı hoşnutsuzluklarını gizlemiyorlar. Hanedanlığa karşı tehlike olarak görüyorlar bunu.
Müslüman toplumlarında, faydacı değerlerin bugünkü egemenliği, bilimin gelişmesi açısından hayra alamet değil. İnsanlar, dolaysız ve açıkça faydalı olan şeylerden çok uzak, entelektüel mekanizmasını yaratamayacak duruma gelirler.
İranlı fizikçi Hüseyin Safuri, İslâm’ın kültürel kimliği ve bilimsel-teknolojik kalkınma adlı eserde (s.92) durumu özlü bir şekilde ortaya koydu: “ Gerçekten maneviyata önem veren toplumlar, bilimi geliştirmekte başarılı olmaktadır. Faydacı bir toplumun, gerçek manevi değerlere yakınlık duymaması, onun tabii yapısındandır. Büyük felsefecileri olmayan bir milletin hiçbir zaman büyük bilim adamları olamaz. Heidegger, felsefecinin, merak etme yeteneğine sahip kişi olduğunu söyler. Faydacı bir kişi merak etme yeteneğinde yoksundur. Bu yüzden bilimi geliştirip geliştiremeyeceği meçhuldür. 181.
İslâmi Eğitimin rolü: 182
Eğitim felsefesi:
Öteki dünyaya eğilimli, ortaçağdan beri müfredatı değişmeyen, ezberci, pasif alıcı öğrenci kafa yapısına sahip geleneksel eğitimle bir yer varılmayacağı anlaşıldı. Bireyselliğin gelişmesini amaçlayan müfredatı değişimlere cevap veren, meseleleri çözmek için bilgiye önem veren, kuralları sorgulayabilen ezbercilik yerine katılımcı, aktif, pozitivist kafa yapısında öğrenci yetiştiren Modern eğitim bilime katkı sağlar. 182
Günümüz Müslüman toplumlarındaki ezbere dayalı eğitim; bilginin keşfedilmesi gereken değil, kazanılması gereken bir şey ve kafa tutumunun yaratıcı ve soruşturucu değil, pasif ve alıcı olduğu, geleneksel eğitimde bulunduğunu telkin etmektedir. Otoriter, geleneksel bir çevre, tüm bilgilerin değişmez, tüm kitapların ezberlenmesi ve belli oranda saygı duyulması gerektiğin şeklinde bir toplumsal şartlanma oluşturuyor. Pervez Hodbhoy a.g.e s.183 Bilgiyi problemleri çözücü bir araç olarak gören ve zaman içinde gelişen kavram, geleneksel düşünceye yabancıdır.
Durağan, ezbere dayalı eğitimin kökeni 11.yüzyılda Nizamiye Medreselerinde oluşturuldu. BU müfredat kelimesine kadar sadık kalınarak sonraki kuşaklara iletildi. Kur’an ve hadislerin ezberlenmesi en fazla üzerinde durulan konudur. İbni Haldun 14.yüzyılda yalnızca İspanya ve İran’da şiir, dilbilgisi ve aritmetik gibi konuların müfredata dahil edildiğini, öteki ülkelerde Kur’an’la ilgisi olmayan konular çocuklara öğretilmesine gerek olmayan laik konular sayılıyordu. Eski kaynaklarda Abbasi döneminde okul çocuklarının sabahın yarısını Kur’anı okuyarak ve günün geriye kalan bölümünü de kısa bir teneffüs dışında yazarak geçirdiklerinden söz eder.
Babür imparatoru Aurangzeb (1618-1707) öğretmenine şu ağır sözleri söyledi:
“Sen bana ne öğrettin? Bana, Frenklerin ülkesinin, en büyük kralın, önce Portekiz yöneticisi, sonra Hollanda kralı ve şimdi de İngiltere Kralı olduğu, küçük bir ada olduğunu anlattın. Allah aşkına! Ne güzel(!)coğrafya tarih bilgisi sergilemişsin. Dünyadaki milletlerin özelliklerini, bu ülkelerin ürünlerini, askeri güçlerini, savaş yöntemlerini, adetlerini, yönetim şekillerini ve politikalarını bana öğretmen değil miydi senin görevin? Bir prens için ne gibi bir akademik eğitimin olduğunu hiçbir zaman düşünmedin? Benim için gerekli gördüğün tek şey, dilbilgisinde uzmanlaşmam ve bir yargıç ya da hukukçuya gerekecek konuları öğrenmemdi. S. M İkram. Rudi Kevser Karaçi 1958 s.424-426 ‘den nakleden Pervez Hodbhoy s. 184
İmparatorun işaret ettiği, bilgiyi ve bilimleri dışlayan dar öğrenim kapsamıydı. S.185 Bu durum 19. Yüzyıla kadar sürdü. İngilizlerin Avrupa bilimini. İşletme yönetimini ve muhasebe sistemini Hindistan’a (alt kıtaya) sokmağa çalıştığında Hindularla Müslümanlar farklı tepki verdi: Hindular bunu memnuniyetle ve heyecanla karşıladıkları gibi daha gazla fırsat tanınması, daha çok kolej ve okul kurulmasını isterken Müslümanlar İngilizler bu çalışmasını şüphe ve nefretle karşıladı. Avrupa bilimi, Düşmanın İslâm dinini ve kültürünü yıkmak için bir oyun olarak görüldü. 185
Bilime karşı direniş, Müslümanların geçmişteki başarılarıyla açıkça alay eden emperyalistlerin tipik kibiri karşısında daha da tırmandı. Lord Macaulay 2 Şubat 1835 tarihinde yaptığı bir konuşmada şu alaycı sözleri kullandı: Müslümanların, bir İngiliz nalbantını utandıran tıbbi doktrinleri, bir İngiliz yatılı okulundaki kızları güldüren astronomileri, otuz ayak boyunda kralların ve otuz bin yıl süren yönetimlerle dolu tarihleri ve pekmez ve tereyağ denizlerinden oluşan coğrafyaları… H.Sharp Eğitimsel kayıtlardan seçmeler 1.Bölüm Kalküta 1920. S.110’dan nakleden P.Hodbhoy s.185 .
Sarton, Needham gibi bilginlerin çalışmalarıyla Batı dışındaki önemli uygarlıklar (özellikle İslâm, Çin, Hindu) eskisi gibi sorgusuz sualsiz dışlanmamaktadır.
İncinmişlik, gurur, meydan okuma ve tutuculuktan oluşan bileşim, Müslümanları modern eğitimi reddetmeye itti. 1835’te modern eğitimi uygulamaya çalışan sömürge idaresine karşı Müslümanlar çocuklarını ya evde bıraktı veya medreselere gönderdi.
Geleneksel eğitim sisteminin değişen bir dünyaya yeterince cevap verememesi, pekâlâ Müslümanları Bilimsel devremin öncülüğünü yapmaktan alıkoyan en önemli etkendir. 186 Pervez Hodbhoy
İSLAMİ YASA
Bilimsel devrimin neden İslâm’da meydana gelmediğini sormak, İslâm’ın neden güçlü bir burjuva sınıfı yaratmadığı sorusuyla hemen hemen eşdeğerdedir. İslâmi yasanın yeni doğan kapitalizmin ortaya çıkışını kösteklemekte bir araç olduğu Weber ve arkadaşlarınca iddia edildi. Onlara göre “Bir burjuva sınıfının varlığı, mülkiyet hakları, sözleşme yükümlülükleri, bankacılık ve mali işlemler gibi konularda çıkan anlaşmazlıkları çözümleyecek hukuki bir sistemin varlığını mecbur etmektedir. Yeni durumlar için yeni yasalar gerekebilir. Hukuksal akılcılık modern kapitalizmin bir ön şartıdır. Tutarlı ve kapsamlı bir hukuk sistemi olmadan, ekonomik sistem çok geçmeden darmadağın olur. İslâmi yasa kaynağının tümüyle vahiyden ve peygamberin geleneklerinden almaktadır. Webere göre; Kapitalizmin ortaya çıkışı için laik ve rasyonelleştirilmiş (akılcı kurallara dayanan) yasal çerçeve İslâmi yasanın özüyle bağdaşmaz. İslâmi yasa ahlâktan ve dini inançtan ayrılamaz. Kadıların hukuksal etkinliği, kutsal bir hukuksal geleneği keşfetmekten ve bunu önündeki davaya uyarlamaktan ibarettir. Webercilere göre İslâm’da yasa yapmak yoktur, sadece yasa bulmak vardır. İslâmi etik ile yasa arasında keskin bir fark olmaması, kapsamlı, akılcı bir sistem içinde özel mülkiyetin korunması amacıyla, tutarlı bir hukuk sisteminin burjuvazinin hizmetine sunulamayacağı anlamına gelir. Mesela İslami şeriat, kurumsal bankacılığın Avrupa’daki gibi ortaya çıkışını engelliyordu. Şeriatın, değişen zamanlara göre değiştirelemeyen hemen hemen sabit bir kurallar demeti olduğu da doğrudur.
Bugün sünni dünyada faaliyette olan dört hukuk okulu; Malik İbni Anas (ölümü 765),Ebu Hanife (ölümü 767) Muhammed ibni İdris Şafii (ölümü 820), Ahmed İbn Hanbal (ölümü 855) tarafından kuruldukları zamandan bu yana değişmemişlerdir. Aralarındaki fark tümüyle Kur’an’daki ayetlere verdikleri ağırlıktan ve peygamberin çeşitli geleneklerine atfedilen geçerlilik derecesinden kaynaklanmaktadır. İslâmî hukuk ilmine ilişkin tüm önemli meseleler, 11.yüzşyılın sonuna gelindiğinde okullar arasında çözümlenmişti. Bununla içtihat (dini yorumlama) kapıları resmen kapanmış oldu.
Günlük hayattaki uygulamada, Şeriatın çeşitli yasaklamaları, önemli politik ve ekonomik çıkarlar söz konusu oldu mu çağlar boyunca Müslümanlar tarafından es geçilmiştir. Mesela Fransız İslam bilimcisi Maxime Rodinson, faizle borç para verilmesine ilişkin İslâmî yasaklamanın, Müslüman toplumda geniş çapta tefeciliği hiçbir zaman önlemediğini öne sürmektedir. Faiz yasağına kurnazca kılıflarla atlatma yöntemi uygulandığı dünyanın bildiği gerçektir. İslam ülkelerinin hiçbir ülkeler faizle borç almaması gerektiği düşünülse de almayan ülke zor bulunur. 188
18.yüzyılda, Müslüman toprakları emperyalist devletlerce işgal edilip sömürgeleştirildiğinde, Müslüman toplumu donmuş bir ortaçağ görünümü içindeydi. Teknolojideki ilerlemeleri yoktu. Feodal bir toplumdan kapitalist bir topluma dönüşümü gerçekleştirmek için kullanacak bir İslâm Burjuvazisi yoktu.
1258’de Moğol yağmacı Hûlagu Han, Bağdat’ı talan ettiğinde yönetimdeki halifeyi tekmeleye tekmeleye öldürttü. Abbasi hilafetini mahvetti. Şehrin sokaklarında sekiz yüz bin cesedin birbiri üstüne yığıldığını belirtmektedirler. Sulama tesisleri yıkıldı. Açlık baş gösterdi. Bağdat’ın İslâmi kültür ve medeniyet merkezi özelliği kayboldu.
Güçlü bir kapitalist İslâm burjuvazisinin ortaya çıkmayışı ve şehirler ve esnaf loncaları gibi özek kurumların zayıflığı, siyasetin devamlılığını sağlayacak, alternatif güç merkezlerini teşvik edecek, kurumlaşmış ve iyi tanımlanmış yöntemlerle belirlenmemesiyle yakından ilgilidir. 193
Halifenin fazilet ve adalet ideallerine uyması gerekiyordu ama uygulamada yönetimin ipleri entrikacıların ya da kudret sahiplerini eline geçebiliyordu.
Hıristiyanlık kilisesi uyruklarına tam bağımlılık göstermelerini emreden, Roma’daki papalık merkezinden krallıklar kurup krallıklar bozan tüm gücü kendinde toplamış bir kurumdu. Kilise eliyle yürütülen baskı dini karşıtlığa (muhalefete) meydan vermiyordu. Yerleşik dini törenin dışına çıktıklarından şüphelenilen kişiler aleyhinde oluşturduğu engizisyon, insanlık tarihinin en korkunç sayfalarından biridir. Kilisenin gücü ancak Luther reformlarından sonra dizginlendi.
İslâm’ın bir kilisesi ya da müstebit bir dini otoritesi yoktu. İslâm bilginleri ile düşünürlering ördükleri baskının düzeyi, Avrupa’ya göre çok daha düşüktü. S.194 Hodbhoy
Gelecekle ilgili bazı düşünceler:
Batı’nın askeri gücünün zorbalığına tabi olan, muhafazakârlıktan söz eden iç güçlerce geçmişe yönelik konumlara itilen, şiddetli rekabet ve düşmanlıklarla parçalanan, sürekli hüsrana uğrayan, kültürel açıdan geçmişe bağlı olan Müslüman toplumunda, bilim ve insan onurunun yeniden yeşermesi isteniyorsa, bu toplumun şiddetle eğitsel, toplumsal ve siyasal reformlara ihtiyacı vardır. 196 Pervez Hodbhoy
Saldırgan hareketler:
Müslüman toplumundan çıkan bazı saldırgan hareketlerin tüm dünyada yayılıyor olması, hem reform ihtiyacının hem de bugün İslâm dünyasına hakim olan şiddetli öfke ve hayal kırıklığı duygusunun bir göstergesidir. Filistin ve Keşmir gibi yerlerde sosyo-politik adaletsizliği protestoya odaklıdır. Pakistan’ın İslâm Cemaati, Mısır’ın Müslüman Kardeşleri iktidara gelmeyi amaçlayan kurulu iktidarlara uyum sağlayamayan orta sınıftan gelmekte, Batı ülkelerinde ise dışlayan, aşağılayan, yabancılaştıran tutumlara karşı psikolojik güvenlik duygusu arayan göçmenlerin oluşturduğu tepkisel hareketlerdir.
Bir üçüncüsü ise; Batı’lı istihbarat kuruluşlarının organize ve himaye ettiği, İslâm’ı lekelemek, Müslümanları birbirine kırdırmak için fanatik Müslümanlara kurdurulmuş DEAŞ gibi kuruluşlardır.
Yeniden dirilişin liderleri, Müslüman dünyanın hâlen içinde bulunduğu durumdan, öncelikle Batı’yı sorumlu tutmaktadırlar. Bu duruma süper güçlerin şeytani bir ikiyüzlülükle göz yummaları İslâm ülkelerinin geri kalmışlığının sebebi olarak vurgulanmaktadır. Çözümün, gerçek İslâm’a dönmekte ve Batılı olarak algılanan ne varsa (Bilim, akılcılık, demokrasi) tümünün reddinde olduğu ifade edilmektedir s.196 Hodbhoy
Köktenci hareketler Müslüman ülkelerde entelektüel tartışmalara hakim olmaya başlarken, İslâm’ın bilim ve akılcılıkla bağdaş(tırıl)abileceğini vurgulayan, yenilikçi Müslüman hareketi, kültürel ve ideolojik hegemonyasını yitirmektedir. Yenilikçiler, modernistler siyasal ve kültürel sahneden, etkili bir biçimde dışlanmakta, eğitim sistemi ilerlemeden mahrum bırakılmaktadır. Köktenci kesim, haksız yere, Müslümanların kaderini yönlendirme görevini üstlenmiştir. Topluma çare diye önerdikleri Müslümanları felakete davetten ibarettir. Sömürgeciliğin reddi, körü körüne geçmişe dönüşü haklı göstermek, bilgi ve akılcılığın reddi için bahane olarak kullanılmaktadır. Gerçek olan şu ki, insanlığın bir bölümünün akılcı ve bilimsel düşünce süreçleriyle teması kesik durumdadır. Bu da kendiliğinden insanlığın öteki bölümüne kudretin anahtarlarını vermiştir. 197
İhtiyacımız olan, köktenci bir program değil, bilim ve akla dayalı, İslâm kültür mirasıyla uyumlu bir düşünce ve eylem planıdır.
Bir toplumun tüm dertlerine çarenin geleneğin biryerlerinde bulunduğu yolundaki düşünce gerçekçi değil. Birçok problemin geçmişte emsali de çözüm de yoktur. Verimliliğin otomasyonla artması karşısında istihdam problemi, eğitimde nitelik karşısında nicelik, bankacılık, ticaret, anonim şirket yasası gibi karmaşık toplumların karmık problemleri vardır.
Modern toplumun kuralları mutlak olmadığı için, aşırılık ve hataları giderilmek üzere değiştirilebilir.
Ütopya planlamak yerine elimizdeki meselelere kısmi ve parça parça çözümler bulmalıyız.
Her şeyin birden düzeltecek sihirli bir çözümün olmadığını anlamak biraz olgunluk gerektirir.
Yenileşme ile Batılılaşmayı karıştırmaya yönelik eğilimle mücadele etmeliyiz. Modern olmakla Batılı olmayı gerektirmez. Batı ürünlerini tüketmek için bir açgözlülük yaratmak manasızdır. Yabancı tüketim modellerini taklit etmek akılcı bir ahlâkın gelişmesine yardımcı olmamaktadır. Bebeklerin biberonla beslenmesinin Batı’da yaygın olması bunun taklit edilmesini gerektirmez. Bu modern bir davranış değildir.
Batıl Elimizde bilgi ve gerçekler envanteri bulunsun. Yenilik, ulaşmak için mücadele edilmesi gereken bir hedeftir.
Çağımızda, yenilik ve bilim birlikte yürürler ve bilim insanın akılcılığının en üst düzeyde yansımasıdır.
Bazı ülkelerde halk, bilimi, uçak, silah, televizyon vb. olarak teşhis etmektedir.
Bilimin benimsenmesi, akılcı bir eğitim sistemi ister. Eğitime ayrılan kaynağın çokluğundan ziyade eğitimin muhtevası önemlidir. 199
ATEŞ KES VE İŞBİRLİĞİ
Bilime karşı yürütülen muhalefetle ateşkes ilan edilmelidir. Birçok büyük bilim adamı ve dini müessesenin aydın lideri hakiki din ile bilim arasında gerçek bir çatışma olmadığını ve birinin ötekini tamamladığını ortaya koymuştur. İnsan ruhundaki iman ve inanç kabul edilmesi ve işlenmesi gereken bir şeydir. Gerçeği araştırmasında ısrarlı olmasından dolayı, bilim hayatın manevi değerlerini geliştirmek için kullanılabilir. EN derin düzeyinde gerçekten bir huşu yaratır. Çünkü kazandığımız bilgiler bize, kendi varlığımızın esrarı ile karşı karşıya getirir. Laf kalabalığı ve kavram kargaşasına düşülmemeli.
Dinle bilimin alanlarını ayırmak için, bilimin maddi evreni anlatmak için organize edilmiş mantık (akıl) olduğu mutlaka kabul edilmelidir.
Bilim, aklın gelişimi ve aydınlanması için, canla başla uğraşılacak bir konudur.
Bilimin dinin yerine alacak bir şey olmadığı, bir manevi ilkeler sistemi oluşturmadığı kabul edilmelidir.
Bilim hesaplama ve ölçme amacına yönelik olarak emsalsiz bir çerçeve ve model teşkil etmektedir. Ama, adalet, güzellik ve duygular hakkında bir şey bilmemektedir. Pervez 200 hdobhoy
Bilim ve teknoloji, Batı’nın politik ve milli çıkarlarının hizmetinde değil, evrenseldir. Milletler arasında eşitsizliklerin tabii veya Allah’ın takdir olduğunu kabul etmek için hiçbir sebep yoktur.
Dünyanın her yerindeki insanlar eşit kapasitelere sahiptirler ve aynı haklara sahip olmalıdırlar.
Adalet ve vicdanın hükmü, bir milletin bir millete değil, topmuun ir kesimini ötekine, bir insanın başka insana baskı yapmasına ve aşağılamasına izin verilmemesidir.
Toplumun içindeki bir gurubun ötekine baskı yapıp ezmesi geri kalmış ülkelerde belirgin bir gerçektir.
İnsanlık bir kütle halinde ileri gitmemiştir. Daha fazla ışık arayan ve bundan korkanlar arasında uzun mücadelelerden sonra ilerleme kaydedilebilmiştir.

Hayatın zenginleştirilmesi, insanlık şerefinin yüceltilmesi, yaratıcı ruhun kurtarılması ve hürriyetlerin korunması… Bizi bekleyen mücadele budur. 202 pH

Müslümanlar arasında, dünyanın hiçbir yerinde; İslâm’ın gerçek biçimiyle gereklerinin yerine getirilmediği konusunda, ezici bir fikir birliği vardır.
İnancın bilimsel düşünce ile bağdaştırılabilirliğe izin veren çeşitli yorumlamaları vardır.
Belli bir dinin taraftarlarının maddi başarısı, o dinin iyiliği ya da üstünlüğü, doğruluğu gibi konularda herhangi bir şey belirtmemektedir.
Bir örnek: M.S. 6. Yy.da Budizm Japonya’ya ulaştığında yeni dinin doğruluğu konusunda şüphesi olan hükümet, saray mensuplarından birine bu dini denemek amacıyla benimsemesi talimat verdi. O başkalarından zengin olursa, din genel olarak benimsenecekti. Budalaca olan bu kıstas kabul görmedi.
Sonuç olarak İslâm gerçeği taraftarlarının ne başarılarıyla ne de başarısızlıklarıyla yargılanabilir. 203.

PERVEZ AMİRALİ HODBHOY
1950 Elektrik Mühendisliği, Matematik dallarında lisan, Katı hal fiziği konusunda yüksek lisans, Nükleer Fizik Dalında MIT’de doktora yaptı. 1968’de İngiltere Elektrik mühendisleri odasının Baker ödülünü aldı. 1973’de İslamad’daki Kaide-i Azam üniversitesinde öğretim üyeliğine başladı. 1984’de Abdüsselam Fizik ödülünü, 1990’da Pakistan’da eğitime katkılarından dolayı FeyiZ ahmeT Feyiz ödülüne layık görüldü. University of Washhington Carnegie Mellon üniversitelerinde öğretim üyelikleri yaptı. MIT’de bilimsel araştırmalarını sürdürmekte olan Hodbhoy’un eğitim ve toplumsal konularda kitapları bulunmaktadır.
Hodbhoy ne diyor?
İslâm ülkelerinde bilimsel eğitim ve üretim düzeyi nitelik ve nicelik bakımından çok düşük. Bunun sorumlusu bağnazlık ve fundamanentalizmdir. (kökten dincilik)
İslâm dini ile bilimsel düşünce bağdaşmaz olgular değildir. İslâm tarihinin altın çağını oluşturan yüzyıllarda bilim alanında büyük ilerlemeler kaydedildi.
İslâm dünyasının bilimde geri kalmışlıktan kurtarılması için yeniden bilimsel akılcılığı egemen kılmalıyız. Edward Said / Columbia Üniversitesi
BİR BİRDİRİ KALEME ALINACAK OLSA:
Muhammed Abdüsselam, Edward Said, Aziz Sancar, Perwez Hodbhoy, Mehmet Öztürk, Ramazan Bakkal, Kemal Çiftçi
ORTAK BİLDİRİ:
İslam ülkelerinin yöneticilerine çağrı: